John Fowles’un Büyücüsü’ne tatile çıkmadan 1 hafta önce başlamış ve ilk 100 sayfasını okumuştum ve hem aynı anda birden fazla kitabı okumayı pek sevmediğim için hem de dilini rahat bulduğum için tatilde de bu kitaba devam etmeye karar verdim ama o zaman henüz bu kitabı okumanın bu kadar çileli olacağını bilmiyordum. Kitap tatilde bulduğum her fırsatta elimdeydi. Deniz kıyısında güneşlenirken, akşam balkonda güneşin batışını izlerken, gece yatmadan önce yatakta… Kitapla o kadar çok boğuştum ki kendimi sanki aylardır bu kitabı okuyormuş gibi hissettim. Her ne kadar Kaş’tan görünen Meis adasının manzarası ve yaz sıcakları kitabı okumak için çok doğru bir atmosfer yaratmış olsa da kitabın tatilde şezlongta uzanırken okunacak bir kitap olduğunu söylemek çok zor. Hem 600 küsür sayfalık kalınlığıyla hem de kitaptaki olayların insanın üzerinde yarattığı etkisiyle okuyucuya oldukça zorlu bir okuma maratonu sunuyor. Ben resmen kitapla boğuştuğumu söyleyebilirim. Kitabın dili rahatlığıyla kolaylık sağlıyorsa da, olay örgüsü maalesef insanın kafasının fazlasıyla karıştırıyor. Tam kendinizi düzlüğü çıkmış ve bazı şeyleri anladığınızı hissettiğini noktada sizi yine ters köşeye yatırarak o ana kadar yaptığınız tüm ezberi bozuyor. Kitabı Shakespeare’in Fırtına’sını okuduktan sonra okumak daha iyi bir fikir olabilir. Ben Fırtına’yı daha önce okumadığım için, bazı yerleri bağlayamadığımı düşündüm ya da belki kitap gerçekten de yazarının düşündüğü gibi tam olarak tamamlanamamıştır…
John Fowles bu kitabı 1950’de yazmaya başlamış ve ancak 15 yıl sonra yayınlayabilmiş. Bu arada çok kereler kitaba geri dönmüş bazı yerlerini değiştirmiş, bazı ekleme ve çıkarmalar yapmış. Bu eklemeler ve çıkarmaların ve 15 yıla yayılmış yazım sürecinin kitabın içinde hissedildiğini söyleyebilirim. Kitap gerçekten okuyucuyu sahip olduğumuz yargılar, hayat hakkında bildiğimizi sandıklarımız ve elde ettiğimizi düşündüğümüz özgürlüğümüz konusunda çokça düşünmeye sevkediyor. Kitabın en az kitaptaki karakter Nicholas Urfe için olduğu kadar okuyucu için de ciddi bir psikolojik deneyim olduğunu söyleyebiliriz.
10 Eylül 2009 Perşembe
BÜYÜCÜ
9 Nisan 2009 Perşembe
BİR GÜN TEK BAŞINA
Bana ne tarz kitap seversin diye sorduklarında “Tuğla kitap” diye cevap verebilirim. Her ne kadar böyle bir kitap tarzı olmasa da kalın kitaplarda karakterlerin daha iyi ve derinlikli olarak işlendiğine dair bir pozitif önyargım var sanırım.
Bu kitap, her ne kadar 744 sayfalık görüntüsüyle göz korkutsa da bir çırpıda okunup bitiriliyor. Virginia Woolf’un bilinç akışı yöntemine benzer bir yöntem ile yazılmış. Aslında tam olarak bilinç akışı değil de düşünce akışı diyebiliriz sanıyorum. Karakterleri kendi kafalarının içinden geçen düşüncülerini dinleyerek tanıyoruz. Böylece üçüncü bir kişi tarafından anlatılacak ağdalı cümleler yerine normal insanların kafalarından geçen basitlikte bir anlatım dili oluşturulmuş oluyor.
Ayrıca yazar (Bkz: Vedat Türkali) bu yöntemi ilginç bir şekilde kullanmış. Düşünceler kitaptaki karakterler arasında değişiyor. Bu değişim bölüm bazında yapılsa da bazı yerlerde çok güzel bir şekilde karakterlerin karşılaşmaları kullanılarak da yapılmış. Örneğin bir bölümde Kenan’ın kafasındaki düşünceleri okurken Kenan, Günsel’le buluşmak üzere kütüphaneye gidiyor ve bu noktadan sonra anlatım Günsel’in kafasındaki düşüncelere geçiyor.
Yazar özellikle mi yaptı bilemiyorum ama ben kitaptaki karakterlerin hepsine gıcık oldum. Hiçbirisini kendime yakın ya da benzer hissedemedim. En başta ana karakter Kenan olmak üzere hepsinin dayaklık insanlar olduğunu düşünüyorum ama bu durum karakterlerin kötü yaratılmış olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine karakterler gerçek birer insan gibi yaratılmış hepsinin iyi ve takdir edilesi yönleri olduğu gibi defolu yönleri de var.
Bu kitap, her ne kadar 744 sayfalık görüntüsüyle göz korkutsa da bir çırpıda okunup bitiriliyor. Virginia Woolf’un bilinç akışı yöntemine benzer bir yöntem ile yazılmış. Aslında tam olarak bilinç akışı değil de düşünce akışı diyebiliriz sanıyorum. Karakterleri kendi kafalarının içinden geçen düşüncülerini dinleyerek tanıyoruz. Böylece üçüncü bir kişi tarafından anlatılacak ağdalı cümleler yerine normal insanların kafalarından geçen basitlikte bir anlatım dili oluşturulmuş oluyor.
Ayrıca yazar (Bkz: Vedat Türkali) bu yöntemi ilginç bir şekilde kullanmış. Düşünceler kitaptaki karakterler arasında değişiyor. Bu değişim bölüm bazında yapılsa da bazı yerlerde çok güzel bir şekilde karakterlerin karşılaşmaları kullanılarak da yapılmış. Örneğin bir bölümde Kenan’ın kafasındaki düşünceleri okurken Kenan, Günsel’le buluşmak üzere kütüphaneye gidiyor ve bu noktadan sonra anlatım Günsel’in kafasındaki düşüncelere geçiyor.
Yazar özellikle mi yaptı bilemiyorum ama ben kitaptaki karakterlerin hepsine gıcık oldum. Hiçbirisini kendime yakın ya da benzer hissedemedim. En başta ana karakter Kenan olmak üzere hepsinin dayaklık insanlar olduğunu düşünüyorum ama bu durum karakterlerin kötü yaratılmış olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine karakterler gerçek birer insan gibi yaratılmış hepsinin iyi ve takdir edilesi yönleri olduğu gibi defolu yönleri de var.
*****spoiler olabilir****
Kenan karakterinden üniversite bitirmiş okumuş bir insan olmasına rağmen hayatta ne istediğini bilmeyen, maço ve kaypak bir karakter olduğu için nefret ettim. Hayatındaki kadınlara o şekilde davrandığı için ,çocuğuyla arasında bir bağ kuramadığı için, en yakın arkadaşı hakkında o düşüncelere sahip olduğu veya hakkında o şekilde düşündüğü bir insanla arkadaşlık etmeye devam ettiği en çok da en sevdiği kadına bile el kaldırabildiği için kendisini bulduğum yerde paralayacak kadar sinirlendiğim zamanlar oldu.
Günsel karakterinin çok şey biliyomuş gibi görünüp de aslında hiçbir şey bilmeyen haline, öyle bir adamı sevebilmesine, sevdiği adamı tek bir sözle bir çırpı da silebilmesine , tam olarak ne için savaş verdiğini bilmemesine sinir oldum.
Hele Nermin karakterinin gurursuzluğuna, kadınlığını her istediğini elde edebileceğini düşünerek kullanmasına bir de üstüne kendisini sevmeyen ve bunu açıkça belli eden bir adamdan 2. çocuğu yapmaya kalkışmasına deli oldum.
*********************
Not: Kitabın benim okuduğum baskısında 13. bölüm yoktu. 12’den 14’e atlıyordu. Acaba benim elimdeki baskıda mı bir hata var yoksa yazarın 13 sayısının uğursuzluğuyla ilgili bir batıl inancı mı var bilemiyorum.
30 Mart 2009 Pazartesi
EFRASİYABIN HİKAYELERİ
Bu kitabı Puslu Kıtalar Atlası ya da Kitab-ül Hiyel kadar sevemedim. İçinde bir sürü metafor ve referans olduğunu anladım ama bunların tam olarak ne olduğunu çıkaramadım. Dil her zamanki gibi müthişti. Özellikle “güneşli günler” ve “gökten gelen çocuk” hikayelerini çok sevdim. En kısa zamanda Suskunlar’ı okumak istiyorum ama bu aralar çok fazla Türk edebiyatı okudum biraz ara vermeliyim sanırım…
25 Mart 2009 Çarşamba
ELİF ŞAFAK’IN AŞK ROMANI ÜZERİNE
İlk olarak Elif Şafak’ın Bit Palas romanını okumuş ve çok sevmiştim. Apartmandaki karakterlerin hepsi incelikle işlenmişti. Şafak’ın kelimeleri kullanış şekli, kurgusu insanı romanın içine çekiyordu. Okuduğum Elif Şafak kitapları içerisinde – diğerleri Baba ve Piç ile Mahrem - en sevdiğim olmasına rağmen nedense Bit Palas’ın diğer kitapların ve tartışmaların gölgesinde kalan bir kitap olduğunu düşünmüşümdür hep. Neyse zaten şu anda konumuz Bit Palas değil. Dün akşam Aşk’ın kapağını kapattığımda beynimin kıvrımlarında güzel bir kitap okumuş olmanın zevki dolaşıyordu.
Önce eleştirileri dile getirelim güzel kısımlarını sonra anlatırız. Kitapçıya kitabı almaya gittiğimde “çok satanlar” raflarına Bit Palas’taki gibi, Araf’taki gibi ya da Baba ve Piç’teki gibi bir kapak görmeyi bekleyerek bakınıyordum. Doğrusu sol tarafımda duran o cırtlak pembeye bakmak hiç aklımın ucundan bile geçmedi. Yani kısacası kitabın kapağını hiç sevmedim. Adı aşk olan herşeyi kırmızıya ya da pembeye boyamakta üstümüze yok sanırım. Kitabı okuyanlar farkedeceklerdir ki bu kitabın rengi kesinlikle pembe değildir. Gri olabilir, sarının tonları olabilir ama en çok ve illaki de mor olur bana göre. Ayrıca sanırım kitabın ilk baskı olmasından kaynaklanan bir takım dizgi hataları da mevcuttu. Kitaba iyice konsantre olmuşken yanlış yazılmış bir kelime görmek yada bazı kelimelerin arka arkaya yazılması gibi hatalar okuyucuyu oldukça rahatsız ediyor. Sanırım benim gibi çoğu Elif Şafak okuyucusu da onun kelimelerine, onları kullanış şekline hayrandır. Fakat bu kitapta kelimelerden o beklediğim tadı tam olarak alamadığımı söylemeliyim. Bunun sebebi kitabın ingilizce yazılmış olup sonradan türkçeye çevrilmiş olması mı yoksa yazarın okuyucunun kelimelere takılmak yerine anlatılana odaklanmasını istemesi midir bilemedim.
Kitabın güzel kısımlarına gelirsek.Roman içinde roman kurgusu oldukça başarılı bir şekilde verilmiş. Okuyucu olarak 1244 yılından 2008 yılına kolay bir şekilde geçebiliyoruz. Kitaptaki Ella karakterinin oldukça başarılı bir şekilde yaratıldığını düşünüyorum. Kadın erkek farketmeksizin okuyan herkes bu karakterde kendisinden bir parça bulabilir. Benzer günlük sıkıntılar, benzer hayat rutini, benzer heyecanlar/heyecansızlıklar. Her ne kadar 2008 yılında geçen öykü 1244’tekini anlatmak için bir ortam hazırlamak üzere kitaba dahil edilmiş gibi görünse de doğrusu kitabın başlarında beni çeken şey oldu ama kitapta ilerledikçe Ella ve Aziz’in hikayesini ikinci plana atıp Mevlana ve Şems’in hikayesiyle daha çok ilgilendim. O yıllardaki ortamı ve Mevlana ile Şems’in kişiliklerini yan karakterlerdeki sıradan insanların ağzından okumak güzel bir fikir. Böylece yazar bize Şems’i kendi bakış açısından tek bir şekilde tanıtmak yerine karakteri birden fazla açıdan görmemizi sağlamış. Kitapla ilgili en sevdiğim yön, okuyucuyu hem dünyevi hem de ilahi aşkla ilgili düşünmeye teşvik etmesi oldu.
Kitapla ilgili merak ettiğim bazı noktalar da var. Bunlar da araştırmak için bana ödev olsun. Kitapta tüm bölümler B harfi ile başlıyor. Acaba ingilizcesinde de durum böyle midir? Acaba Şems’in fiziksel özellikleri gerçek hayatta da kitapta tasvir edildiği gibi midir?
Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim bir durum var. Elif Şafak televizyonda izlediğim bir röportajında “kitapları diğer insanların söyledikleri üzerinden edindiğimiz bir önyargı ile değil, kendimiz o kitaba bir şans tanıyıp okuduktan sonra değerlendirmeliyiz” demişti ki bu, benim gibi okumadığı bir kitap ya da izlemediği bir film hakkında kendisi okuyana/izleyene kadar kesinlikle yorum yapmayan bir insan için çok mantıklı bir açıklamadır. Ayrıca kesinlikle “yazar dediğin reklam yapmaz, röportaj vermez, gazeteye televizyona çıkmaz, gizemli olur ortalarda görünmez” diye düşünen insanlardan değilimdir fakat yukarıda bahsettiğim sözlerine rağmen Elif Şafak hanımın sürekli bir yerlerde röportaj verip kitabımda Ella diye amerikalı bir kadın var. Tasavvuf var, Mevlana’yla Şems var, şu var, bu var diye yorum yapmasını da yavaş yavaş rahatsız edici bulmaya başladığımı belirtmeliyim.
Önce eleştirileri dile getirelim güzel kısımlarını sonra anlatırız. Kitapçıya kitabı almaya gittiğimde “çok satanlar” raflarına Bit Palas’taki gibi, Araf’taki gibi ya da Baba ve Piç’teki gibi bir kapak görmeyi bekleyerek bakınıyordum. Doğrusu sol tarafımda duran o cırtlak pembeye bakmak hiç aklımın ucundan bile geçmedi. Yani kısacası kitabın kapağını hiç sevmedim. Adı aşk olan herşeyi kırmızıya ya da pembeye boyamakta üstümüze yok sanırım. Kitabı okuyanlar farkedeceklerdir ki bu kitabın rengi kesinlikle pembe değildir. Gri olabilir, sarının tonları olabilir ama en çok ve illaki de mor olur bana göre. Ayrıca sanırım kitabın ilk baskı olmasından kaynaklanan bir takım dizgi hataları da mevcuttu. Kitaba iyice konsantre olmuşken yanlış yazılmış bir kelime görmek yada bazı kelimelerin arka arkaya yazılması gibi hatalar okuyucuyu oldukça rahatsız ediyor. Sanırım benim gibi çoğu Elif Şafak okuyucusu da onun kelimelerine, onları kullanış şekline hayrandır. Fakat bu kitapta kelimelerden o beklediğim tadı tam olarak alamadığımı söylemeliyim. Bunun sebebi kitabın ingilizce yazılmış olup sonradan türkçeye çevrilmiş olması mı yoksa yazarın okuyucunun kelimelere takılmak yerine anlatılana odaklanmasını istemesi midir bilemedim.
Kitabın güzel kısımlarına gelirsek.Roman içinde roman kurgusu oldukça başarılı bir şekilde verilmiş. Okuyucu olarak 1244 yılından 2008 yılına kolay bir şekilde geçebiliyoruz. Kitaptaki Ella karakterinin oldukça başarılı bir şekilde yaratıldığını düşünüyorum. Kadın erkek farketmeksizin okuyan herkes bu karakterde kendisinden bir parça bulabilir. Benzer günlük sıkıntılar, benzer hayat rutini, benzer heyecanlar/heyecansızlıklar. Her ne kadar 2008 yılında geçen öykü 1244’tekini anlatmak için bir ortam hazırlamak üzere kitaba dahil edilmiş gibi görünse de doğrusu kitabın başlarında beni çeken şey oldu ama kitapta ilerledikçe Ella ve Aziz’in hikayesini ikinci plana atıp Mevlana ve Şems’in hikayesiyle daha çok ilgilendim. O yıllardaki ortamı ve Mevlana ile Şems’in kişiliklerini yan karakterlerdeki sıradan insanların ağzından okumak güzel bir fikir. Böylece yazar bize Şems’i kendi bakış açısından tek bir şekilde tanıtmak yerine karakteri birden fazla açıdan görmemizi sağlamış. Kitapla ilgili en sevdiğim yön, okuyucuyu hem dünyevi hem de ilahi aşkla ilgili düşünmeye teşvik etmesi oldu.
Kitapla ilgili merak ettiğim bazı noktalar da var. Bunlar da araştırmak için bana ödev olsun. Kitapta tüm bölümler B harfi ile başlıyor. Acaba ingilizcesinde de durum böyle midir? Acaba Şems’in fiziksel özellikleri gerçek hayatta da kitapta tasvir edildiği gibi midir?
Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim bir durum var. Elif Şafak televizyonda izlediğim bir röportajında “kitapları diğer insanların söyledikleri üzerinden edindiğimiz bir önyargı ile değil, kendimiz o kitaba bir şans tanıyıp okuduktan sonra değerlendirmeliyiz” demişti ki bu, benim gibi okumadığı bir kitap ya da izlemediği bir film hakkında kendisi okuyana/izleyene kadar kesinlikle yorum yapmayan bir insan için çok mantıklı bir açıklamadır. Ayrıca kesinlikle “yazar dediğin reklam yapmaz, röportaj vermez, gazeteye televizyona çıkmaz, gizemli olur ortalarda görünmez” diye düşünen insanlardan değilimdir fakat yukarıda bahsettiğim sözlerine rağmen Elif Şafak hanımın sürekli bir yerlerde röportaj verip kitabımda Ella diye amerikalı bir kadın var. Tasavvuf var, Mevlana’yla Şems var, şu var, bu var diye yorum yapmasını da yavaş yavaş rahatsız edici bulmaya başladığımı belirtmeliyim.
11 Kasım 2008 Salı
ÇANAKKALE-GELİBOLU
Kasım'ın 1-2 si haftasonu uzun zamandır planladığımız ama bir türlü fırsat olup da gerçekleştiremediğimiz Çanakkale gezisini pastırma sıcaklarından da faydalanarak nihayet gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Ben Çanakkale’yi 95 yılında görmüş ve çok etkilenmiştim. Ben çocukken gördüğüm ve şu anda kafamda hayal meyal kalan yerleri yeniden görmek istiyordum ama en çok bu güzel yerleri daha önce görmemiş olan Berk’in görmesini istiyordum. Cuma gününden biriken yorgunluk nedeniyle ve biraz da ağır kanlılığımız yüzünden Cumartesi günü ancak 9’a doğru evden çıkabildik. Eceabat’a vardığımızda saat 2’ye geliyordu ve havanın kararmasına 3 saat kalmıştı. Bu nedenle Çanakkale’ye daha yakın olan kilitbahir kısmını pas geçerek rotamızı Şehitler Abidesinin bulunduğu, Gelibolu’nun en güney ucundaki Seddülbahir bölgesine çevirdik.
Daha önce gördüğümde beni çok etkilemiş olan bu anıt nedense bu sefer çok fazla etkilemedi. Sanırım bunun 2 nedeni var. Birincisi abidenin alt kısmında yer alan müzenin bakımda olması ve bizim müzeyi gezemememiz, ikincisi ise daha önceden yer alan beyaz mermer’den yapılmış küçük mezar taşları yerine. Daha çok yer kaplayan mezar formatlı şeyler yapılmış olması ve askerlerin isimlerinin bu mezarların baş ucunda bulunan cam bölmelere sırayla yazılmış olmaları. Bu cam bölmelerde hem askerlerin isimleri daha küçük yazılmış hem de bu bölme cam olduğu için yazıların arka taraftaki yazılarla karışıyor ve düzgün okunamıyor.
Abide’den sonra hemen yakındaki fransız mezarlığı ziyaret ederek Yahya Çavuş şehitliğinin ve Ertuğrul Tabya’sının bulunduğu Ertuğrul koyuna doğru devam ettik. Gezimiz boyunca gördüğüm en etkileyici şeyi de burada gördüm. Geçtiğimiz senelerde Ertuğrul Tabyası’nın bakımı sırasında yapılan kazılar sırasında burada bulunan bir ingiliz botu ve botun içerisinde kalmış bir ayak ve bacak kemiğinin bir kısmı. Botun açılmış olan uç kısmından içindeki ayağın bota göre çok küçük olduğu görülebiliyordu. Yani muhtemelen botun içindeki ayak botun sahibinin değil. Gezimiz sırasında görüğümüz çeşitli kaşık çatallar, mermiler, kolyeler, yüzükler, silahlar vs. içerisinde bu bot en çok etkilendiğim şeydi. Seddülbahir köyünün ve kalenin yıkıntılarını da gördükten sonra. Havanın kararması ve otelimizin rezervasyonunun saat 19’a kadar olması sebebiyle geri dönüşe geçip. Kilitbahir’den kalkan feribotlarla Çanakkale’ye geçtik. Otelimiz Eceabat feribotlarının kalktığı iskelenin hemen yanında bulunan Anafartalar oteldi. Otelimiz her ne kadar eski bir otel de olsa yeri çok güzel – hemen sahilde ve çarşıya çok yakın- ve odalarının temizliği de fena değildi. Eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra karnımızdan gelen gurultuları bastırmak üzere daha önceden belirlediğimiz Yalova Restoran’a gittik. Bu restoranla ilgili hem Mehmet Yaşin’in hem Artun Ünsal’ın kitaplarında güzel sözler okumuş ayrıca daha önce Çanakkale’ye giden arkadaşlarımızdan da güzel olduğunu duymuştuk. Yalova restoran gerçekten övgüleri hakkeden bir yerdi. Yediğim en güzel lüfer’i orda yedim. Ayrıca yanında istediğimiz kalamar, fava ve salata da oldukça lezzeliydi.
Bir önceki gün gezemediğimiz yerleri gezebilmek için Pazar günü sabah 7 gibi kalktık. Fakat sis sürpriziyle karşılaştık. Gelibolu tarafını geçtim, hemen otelimizin önündeki feribotlar bile sisler arasından ancak görünüyordu. Bu durumda tekrar gelibolu’ya geçmemiz mümkün görünmüyordu. Bu durumda biz de hava açılana kadar Çanakkale’nin içindeki yerleri gezmeye karar verdik. Hemen sahile yakın yerdeki tarihi saat kulesini ve şarkıda bahsedilen meşhur aynalı çarşı’yı gezdik. Aynalı çarşı deyince İstanbul’daki kapalı çarşı gibi bir yer düşünmemek lazım tabi. Oldukça küçük 2 sıra karşılıklı dükkanlardan oluşmuş bir çarşıydı bu. Daha sonra Nusret mayın gemisinin birebir maketini ve Çimenlik kalesini gezdik. Çimenlik kalesi Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazı korumak için yaptırılmış 2 kaleden biri. Hatta o zamana kadar bu civarda pek fazla yerleşim yeri yokmuş. Sadece kalenin şu anda bulunduğu bölgenin etrafında çanakçılar varmış. Kale yapıldıktan sonra burda yerleşim artmış ve bu yöreye Çanakkale denmiş. Nusret ve çimenlik kalesi askeri bölgede olduğu için bakımı ve düzeni askerler tarafından sağlanıyor ve tahmin edilebileceği gibi oldukça iyi bakılmış durumda. Her ne kadar içerideki gezi düzeni de askeri bir düzen olsa da buradan keyifle ayrıldık. Nihayet öğlene doğru 11 gibi havanın açmasıyla karşı tarafa geçebildik. Bu taraftaki ilk durağımız Osmanlılar zamanından kalma bir kale olan Kilitbahir kalesiydi. Bu kale benim Türkiye’de en çok sevdiğim eserlerden bir tanesi. Hem Çanakkale boğazındaki konumu hem de eski kilitleri andıran kuşbaşı görüntüsü gerçekten ismine yakışır şekilde. Maalesef içerisi biraz bakımsız durumda. Kaleyi gezdikten sonra hemen kalenen karşısında yer alan Namazgah Tabyasını da gezerek yolumuzu anzak koyu tarafına çevirdik. Anzak koyunda hemen denizin kenarında yer alan Yeni Zellanda’lılara air anıt ve mezarlık gezi boyunca en çok etkilendiğim yerlerden bir diğeriydi. Issızlık, gökyüzünün gri mavi rengi, denizin sesi, 2 heybetli ağaç ve mezarlardan oluşan ortam kendimizi dünya dışı bir yerde ya da dünyada bir tek biz kalmışız gibi hissetmemize neden oldu. Anzak koyundan sonra Conk Bayırı’nı, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer olan Kabatepe’yi ve tabiki 57. Alay şehitliğini gezdik. Zaten bu civarda adım başı bir şehitlik, adım başı siperler vs. var. Sürekli durarak gezmek zorundayız. Kabatepe’deki siperleri gezdikten sonra tepenin başında durup aşağıdaki inişli çıkışlı tepelere bakarak, kulaklarımızda rüzgarın sesi ile o günleri hayal etmeye çalıştık. Bu civarda en etkileyici anıtlardan bir tanesi de 1994 yılında Gelibolu’da çıkan orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatını kaybeden o Talat Göktepe için dikilen heykeldi. Karşıdan gelen alevlere karşı ağaçları arkasına almış ve gövdesini ağaçlara siper etmiş bu heykel gerçekten görülmeye değer. Yavaş yavaş havanın kararmaya başlaması ve bizim İstanbul’a dönmek zorunda oluşumuz sebebiyle Eceabat’a doğru yola koyulduk.
Yolda acaba Edirne’ye uğrayıp ciğer mi yesek yoksa Tekirdağ’a uğrayıp Tekirdağ köftesi mi yesek diye düşünürken aklımıza Mehmet Yaşin’in kitabında tavsiye etmiş olduğu Keşan yakınlarındaki Kavaklık Restoran geldi. Keşan’a 8-10 km kalınca yolun karşı tarafına geçerek bu restorana uğradık ve gezimiz boyunca verdiğimiz doğru kararlardan birisini daha vermiş olduk. Uzun zamandır gerçekten bu kadar lezzetli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yolu oraya düşen herkese satır et denilen şeyi ve oranın yoğurdunu tatmasını tavsiye ederim. Dönüşte midemiz için bir güzellik daha yaparak Tekirdağ’a uğrayıp çakır ustanın peynir helvasından da yedik. Tek başına biraz ağır gelebilir ama üzerine sade dondurma ile oldukça lezzetli bir tat olduğunu söyleyebilirim.
Bu güzel gezinin en kötü kısmı tabiki son 1.5 saatini geçirdiğimiz İstanbul trafiği kısmıydı ama bunu da bir şekilde görmezden gelerek gezimizi tamamladık. Arabamızın 40bininci kilometresini doldurmak da Gelibolu’ya kısmetmiş.
Daha önce gördüğümde beni çok etkilemiş olan bu anıt nedense bu sefer çok fazla etkilemedi. Sanırım bunun 2 nedeni var. Birincisi abidenin alt kısmında yer alan müzenin bakımda olması ve bizim müzeyi gezemememiz, ikincisi ise daha önceden yer alan beyaz mermer’den yapılmış küçük mezar taşları yerine. Daha çok yer kaplayan mezar formatlı şeyler yapılmış olması ve askerlerin isimlerinin bu mezarların baş ucunda bulunan cam bölmelere sırayla yazılmış olmaları. Bu cam bölmelerde hem askerlerin isimleri daha küçük yazılmış hem de bu bölme cam olduğu için yazıların arka taraftaki yazılarla karışıyor ve düzgün okunamıyor.
Abide’den sonra hemen yakındaki fransız mezarlığı ziyaret ederek Yahya Çavuş şehitliğinin ve Ertuğrul Tabya’sının bulunduğu Ertuğrul koyuna doğru devam ettik. Gezimiz boyunca gördüğüm en etkileyici şeyi de burada gördüm. Geçtiğimiz senelerde Ertuğrul Tabyası’nın bakımı sırasında yapılan kazılar sırasında burada bulunan bir ingiliz botu ve botun içerisinde kalmış bir ayak ve bacak kemiğinin bir kısmı. Botun açılmış olan uç kısmından içindeki ayağın bota göre çok küçük olduğu görülebiliyordu. Yani muhtemelen botun içindeki ayak botun sahibinin değil. Gezimiz sırasında görüğümüz çeşitli kaşık çatallar, mermiler, kolyeler, yüzükler, silahlar vs. içerisinde bu bot en çok etkilendiğim şeydi. Seddülbahir köyünün ve kalenin yıkıntılarını da gördükten sonra. Havanın kararması ve otelimizin rezervasyonunun saat 19’a kadar olması sebebiyle geri dönüşe geçip. Kilitbahir’den kalkan feribotlarla Çanakkale’ye geçtik. Otelimiz Eceabat feribotlarının kalktığı iskelenin hemen yanında bulunan Anafartalar oteldi. Otelimiz her ne kadar eski bir otel de olsa yeri çok güzel – hemen sahilde ve çarşıya çok yakın- ve odalarının temizliği de fena değildi. Eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra karnımızdan gelen gurultuları bastırmak üzere daha önceden belirlediğimiz Yalova Restoran’a gittik. Bu restoranla ilgili hem Mehmet Yaşin’in hem Artun Ünsal’ın kitaplarında güzel sözler okumuş ayrıca daha önce Çanakkale’ye giden arkadaşlarımızdan da güzel olduğunu duymuştuk. Yalova restoran gerçekten övgüleri hakkeden bir yerdi. Yediğim en güzel lüfer’i orda yedim. Ayrıca yanında istediğimiz kalamar, fava ve salata da oldukça lezzeliydi.
Bir önceki gün gezemediğimiz yerleri gezebilmek için Pazar günü sabah 7 gibi kalktık. Fakat sis sürpriziyle karşılaştık. Gelibolu tarafını geçtim, hemen otelimizin önündeki feribotlar bile sisler arasından ancak görünüyordu. Bu durumda tekrar gelibolu’ya geçmemiz mümkün görünmüyordu. Bu durumda biz de hava açılana kadar Çanakkale’nin içindeki yerleri gezmeye karar verdik. Hemen sahile yakın yerdeki tarihi saat kulesini ve şarkıda bahsedilen meşhur aynalı çarşı’yı gezdik. Aynalı çarşı deyince İstanbul’daki kapalı çarşı gibi bir yer düşünmemek lazım tabi. Oldukça küçük 2 sıra karşılıklı dükkanlardan oluşmuş bir çarşıydı bu. Daha sonra Nusret mayın gemisinin birebir maketini ve Çimenlik kalesini gezdik. Çimenlik kalesi Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazı korumak için yaptırılmış 2 kaleden biri. Hatta o zamana kadar bu civarda pek fazla yerleşim yeri yokmuş. Sadece kalenin şu anda bulunduğu bölgenin etrafında çanakçılar varmış. Kale yapıldıktan sonra burda yerleşim artmış ve bu yöreye Çanakkale denmiş. Nusret ve çimenlik kalesi askeri bölgede olduğu için bakımı ve düzeni askerler tarafından sağlanıyor ve tahmin edilebileceği gibi oldukça iyi bakılmış durumda. Her ne kadar içerideki gezi düzeni de askeri bir düzen olsa da buradan keyifle ayrıldık. Nihayet öğlene doğru 11 gibi havanın açmasıyla karşı tarafa geçebildik. Bu taraftaki ilk durağımız Osmanlılar zamanından kalma bir kale olan Kilitbahir kalesiydi. Bu kale benim Türkiye’de en çok sevdiğim eserlerden bir tanesi. Hem Çanakkale boğazındaki konumu hem de eski kilitleri andıran kuşbaşı görüntüsü gerçekten ismine yakışır şekilde. Maalesef içerisi biraz bakımsız durumda. Kaleyi gezdikten sonra hemen kalenen karşısında yer alan Namazgah Tabyasını da gezerek yolumuzu anzak koyu tarafına çevirdik. Anzak koyunda hemen denizin kenarında yer alan Yeni Zellanda’lılara air anıt ve mezarlık gezi boyunca en çok etkilendiğim yerlerden bir diğeriydi. Issızlık, gökyüzünün gri mavi rengi, denizin sesi, 2 heybetli ağaç ve mezarlardan oluşan ortam kendimizi dünya dışı bir yerde ya da dünyada bir tek biz kalmışız gibi hissetmemize neden oldu. Anzak koyundan sonra Conk Bayırı’nı, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer olan Kabatepe’yi ve tabiki 57. Alay şehitliğini gezdik. Zaten bu civarda adım başı bir şehitlik, adım başı siperler vs. var. Sürekli durarak gezmek zorundayız. Kabatepe’deki siperleri gezdikten sonra tepenin başında durup aşağıdaki inişli çıkışlı tepelere bakarak, kulaklarımızda rüzgarın sesi ile o günleri hayal etmeye çalıştık. Bu civarda en etkileyici anıtlardan bir tanesi de 1994 yılında Gelibolu’da çıkan orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatını kaybeden o Talat Göktepe için dikilen heykeldi. Karşıdan gelen alevlere karşı ağaçları arkasına almış ve gövdesini ağaçlara siper etmiş bu heykel gerçekten görülmeye değer. Yavaş yavaş havanın kararmaya başlaması ve bizim İstanbul’a dönmek zorunda oluşumuz sebebiyle Eceabat’a doğru yola koyulduk.
Yolda acaba Edirne’ye uğrayıp ciğer mi yesek yoksa Tekirdağ’a uğrayıp Tekirdağ köftesi mi yesek diye düşünürken aklımıza Mehmet Yaşin’in kitabında tavsiye etmiş olduğu Keşan yakınlarındaki Kavaklık Restoran geldi. Keşan’a 8-10 km kalınca yolun karşı tarafına geçerek bu restorana uğradık ve gezimiz boyunca verdiğimiz doğru kararlardan birisini daha vermiş olduk. Uzun zamandır gerçekten bu kadar lezzetli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yolu oraya düşen herkese satır et denilen şeyi ve oranın yoğurdunu tatmasını tavsiye ederim. Dönüşte midemiz için bir güzellik daha yaparak Tekirdağ’a uğrayıp çakır ustanın peynir helvasından da yedik. Tek başına biraz ağır gelebilir ama üzerine sade dondurma ile oldukça lezzetli bir tat olduğunu söyleyebilirim.
Bu güzel gezinin en kötü kısmı tabiki son 1.5 saatini geçirdiğimiz İstanbul trafiği kısmıydı ama bunu da bir şekilde görmezden gelerek gezimizi tamamladık. Arabamızın 40bininci kilometresini doldurmak da Gelibolu’ya kısmetmiş.
24 Nisan 2008 Perşembe
Aytepe
23 nisan’ın tatil olmasından faydalanarak yakın yerler konulu gezilerimizden birini daha gerçekleştirip İzmit civarındaki Aytepe ve Menekşe yaylasına doğru yola çıktık.
Aytepe’ye gitmek için TEM’e giriyoruz, İzmit batı çıkışını geçtikten sonra Kandıra çıkışından çıkıyoruz. Daha sonra trafik ışıklarına geldiğimizde Kandıra’ya değil sol tarafa İzmit yönüne dönüyoruz. Birkaç kilometre gittikten sonra sağa doğru beyaz boyalı Kullar tabelasından Kullar’a doğru dönüyoruz. Kullar’ı geçtikten sonra Yuvacık beldesine geliyoruz. Çok şirin bir belde olan Yuvacık’ın bikaç km ilerisindeki Yuvacık barajı’nı da geçip, 8-10 km daha gittikten sonra küçük yeşil bir tabela üzerinde menekşe yaylası, aytepe okları görünüyor.
Bizim okları takip ederek seçtiğimiz yol bir süre sonra ancak bir 4x4’le ilerlenebilecek hale gelince yanlış yöne gittiğimizi düşünüp o yoldan geri döndük. Tabelalardan biraz ilerideki diğer yolu seçtiğimizde bir sürü yürüyüş parkurunun başlangıç noktası olan bir açıklığa geldik. Daha sonra bu açıklığın Aytepe denilen yer olduğunu ancak ordaki bir binanın duvarına küçük harflerle yazılmış “Aytepe’ye hoşgeldiniz ” yazısını görünce anlayabildik. Bu tepede gördüğümüz bir beyden patikalarla ilgili bilgiler aldık. Amacımız menekşe yaylasına gitmek olduğu için o tarafa doğru ilerleyen patikayı seçtik. Fakat yaylanın 8km ileride olduğunu hatırlayınca ve yolun sürekli aşağıya doğru gittiğini farkedince bu gidişin bir dönüşünün de olacağını hesaba katıp fazla ilerlemeden geri döndük. Zaten o patikadan ulaşılan en yakın yer olan soğuksu bile 2.5 km sonraydı. O eğimli yolları güç bela tırmanıp parkurların buluşma noktası olan Aytepe’ye vardık.
Tepede birer çay içip dinlenelim dedik fakat deliler gibi esen rüzgar bize dışarıda çay içme fırsatı vermedi. Daha önce yol sorup bilgi aldığımız mekanın sahibi olan adam bize içeri geçebileceğimiz söyledi. Şahsen ben içerisi deyince restoran veya kafelerin kapalı mekanlarına benzer bir mekan bekliyordum fakat adam ayakkabılarımızı çıkarmamızı söyleyince şaşırdık. Meğer adamın içerisi dediği orada kiraya verdiği kulübelerden birinin içiymiş. Kulübenin içini anlatmam gerekirse, ahşaptan yapılmış 2 katlı bir kulübe, köşede bir kuzine, diğer 2 köşede mini buzdolabı ve tv ile birlikte odada 2 adet de kanepe vardı. Odanın genel havasına ters olan tek şey beyaz pvc’den yapılmış kapı ve pencerelerdi. Odada ilginç olan şeylerse kanepenin üzerinde yeni toplanmış gibi görünen yorgan ve yastık, duvarda asılı havlu ve gömlekler yine duvarda asılı duran tırnak makası ve lavabonun üzerinde duran yarısı kırılmış aynaydı.
Adam kuzineyi yakmak ve bize çay demlemek üzere içeri girince doğrusu ben ilk etapta ürktüm. Çünkü kendisinin yaklaşık 1.85 boy ve 100 kilo ile (bu 100 kilonun yaklaşık 20-25’i göbek kısmında toplanmış) izbandut şeklinde tabir edebileceğimiz bir tipi vardı.. Üzerinde avcı yeleği, kafasında avcı şapkası, ayağında da sofra bezine benzeyen bir kumaştan yapılmış bir şalvar vardı. Duvarda asılı duran fişekleri de görünce aklıma getirdiğim paranoyak görüntülerin tüm atmosferi tamamlanmış oluyordu. Neyseki bize çayı demledikten sonra başka misafirler geldi de bizi orda yalnız bırakarak dışarı çıktı. Biz de içimiz rahatlamış bir şekilde çaylarımızı içtik.
Sonradan adının Sinan olduğunu öğrendiğimiz bu kişiye teşekkür edip diğer patika hakkında da bilgi aldıktan sonra rotamızı değirmendüzü patikasına doğru çevirdik. Burası gerçekten tam da istediğimiz gibiydi. Etraf yemyeşil ve bu yeşilliklerin arasında yürümesi fazla zor olmayan dar bir patika. Bir ara patikadan içerilere girip bir süre ilerledikten sonra kendimizi lost adasında hissetmemiz için gerekli tüm şartlar hazırlanmıştı. Yemyeşil ve oldukça yüksek ağaçlar, hayvanlar (muhtemelen yaban domuzları) tarafından bırakılmış ayak izleri ve hafif bir rüzgar vardı. Hatta bir ara cesaret edip Sinan’ın verdiği tarife dayanarak patikadan ayrılarak bitkilerin arasına dalınca karşımıza birden yüksek bir uçurum ve karşıda bir metrekare bile toprağın görünmediği yemyeşil bir manzara çıktı. Gerçekten de manzara Sinan’ın dediği gibi insanın ömrüne bikaç yıl katacak kadar güzeldi. Bu güzel yürüyüşten ve manzaradan sonra tekrar Aytepe’ye dönüp. Sinan’a teşekkür ederek oradan ayrıldık.
Aytepe’ye gitmek için TEM’e giriyoruz, İzmit batı çıkışını geçtikten sonra Kandıra çıkışından çıkıyoruz. Daha sonra trafik ışıklarına geldiğimizde Kandıra’ya değil sol tarafa İzmit yönüne dönüyoruz. Birkaç kilometre gittikten sonra sağa doğru beyaz boyalı Kullar tabelasından Kullar’a doğru dönüyoruz. Kullar’ı geçtikten sonra Yuvacık beldesine geliyoruz. Çok şirin bir belde olan Yuvacık’ın bikaç km ilerisindeki Yuvacık barajı’nı da geçip, 8-10 km daha gittikten sonra küçük yeşil bir tabela üzerinde menekşe yaylası, aytepe okları görünüyor.
Bizim okları takip ederek seçtiğimiz yol bir süre sonra ancak bir 4x4’le ilerlenebilecek hale gelince yanlış yöne gittiğimizi düşünüp o yoldan geri döndük. Tabelalardan biraz ilerideki diğer yolu seçtiğimizde bir sürü yürüyüş parkurunun başlangıç noktası olan bir açıklığa geldik. Daha sonra bu açıklığın Aytepe denilen yer olduğunu ancak ordaki bir binanın duvarına küçük harflerle yazılmış “Aytepe’ye hoşgeldiniz ” yazısını görünce anlayabildik. Bu tepede gördüğümüz bir beyden patikalarla ilgili bilgiler aldık. Amacımız menekşe yaylasına gitmek olduğu için o tarafa doğru ilerleyen patikayı seçtik. Fakat yaylanın 8km ileride olduğunu hatırlayınca ve yolun sürekli aşağıya doğru gittiğini farkedince bu gidişin bir dönüşünün de olacağını hesaba katıp fazla ilerlemeden geri döndük. Zaten o patikadan ulaşılan en yakın yer olan soğuksu bile 2.5 km sonraydı. O eğimli yolları güç bela tırmanıp parkurların buluşma noktası olan Aytepe’ye vardık.
Tepede birer çay içip dinlenelim dedik fakat deliler gibi esen rüzgar bize dışarıda çay içme fırsatı vermedi. Daha önce yol sorup bilgi aldığımız mekanın sahibi olan adam bize içeri geçebileceğimiz söyledi. Şahsen ben içerisi deyince restoran veya kafelerin kapalı mekanlarına benzer bir mekan bekliyordum fakat adam ayakkabılarımızı çıkarmamızı söyleyince şaşırdık. Meğer adamın içerisi dediği orada kiraya verdiği kulübelerden birinin içiymiş. Kulübenin içini anlatmam gerekirse, ahşaptan yapılmış 2 katlı bir kulübe, köşede bir kuzine, diğer 2 köşede mini buzdolabı ve tv ile birlikte odada 2 adet de kanepe vardı. Odanın genel havasına ters olan tek şey beyaz pvc’den yapılmış kapı ve pencerelerdi. Odada ilginç olan şeylerse kanepenin üzerinde yeni toplanmış gibi görünen yorgan ve yastık, duvarda asılı havlu ve gömlekler yine duvarda asılı duran tırnak makası ve lavabonun üzerinde duran yarısı kırılmış aynaydı.
Adam kuzineyi yakmak ve bize çay demlemek üzere içeri girince doğrusu ben ilk etapta ürktüm. Çünkü kendisinin yaklaşık 1.85 boy ve 100 kilo ile (bu 100 kilonun yaklaşık 20-25’i göbek kısmında toplanmış) izbandut şeklinde tabir edebileceğimiz bir tipi vardı.. Üzerinde avcı yeleği, kafasında avcı şapkası, ayağında da sofra bezine benzeyen bir kumaştan yapılmış bir şalvar vardı. Duvarda asılı duran fişekleri de görünce aklıma getirdiğim paranoyak görüntülerin tüm atmosferi tamamlanmış oluyordu. Neyseki bize çayı demledikten sonra başka misafirler geldi de bizi orda yalnız bırakarak dışarı çıktı. Biz de içimiz rahatlamış bir şekilde çaylarımızı içtik.
Sonradan adının Sinan olduğunu öğrendiğimiz bu kişiye teşekkür edip diğer patika hakkında da bilgi aldıktan sonra rotamızı değirmendüzü patikasına doğru çevirdik. Burası gerçekten tam da istediğimiz gibiydi. Etraf yemyeşil ve bu yeşilliklerin arasında yürümesi fazla zor olmayan dar bir patika. Bir ara patikadan içerilere girip bir süre ilerledikten sonra kendimizi lost adasında hissetmemiz için gerekli tüm şartlar hazırlanmıştı. Yemyeşil ve oldukça yüksek ağaçlar, hayvanlar (muhtemelen yaban domuzları) tarafından bırakılmış ayak izleri ve hafif bir rüzgar vardı. Hatta bir ara cesaret edip Sinan’ın verdiği tarife dayanarak patikadan ayrılarak bitkilerin arasına dalınca karşımıza birden yüksek bir uçurum ve karşıda bir metrekare bile toprağın görünmediği yemyeşil bir manzara çıktı. Gerçekten de manzara Sinan’ın dediği gibi insanın ömrüne bikaç yıl katacak kadar güzeldi. Bu güzel yürüyüşten ve manzaradan sonra tekrar Aytepe’ye dönüp. Sinan’a teşekkür ederek oradan ayrıldık.
Bu kadar yürüdükten sonra hepimiz çok acıkmıştık ve doğrusu güzel bir yemeği hak etmiştik. Aytepe’ye çıkarken derenin kenarında kurulmuş birkaç alabalık restoranı görmüştük ve kendi aramızda yemeği burda yeriz diye konuşmuştuk. Bu mekanda dere kenarına kurulmuş birkaç tane tesis bulunuyor. Biz aç olduğumuz için hemen en yakındakine oturduk ve afiyetle kiremitte balığımızı yedik. Derenin adını tam olarak öğrenemedim ama güzel temiz bir suyu vardı. Üstelik bazıları suni olarak da yapılmış olsa derenin üzerinde tesislerin yan tarafında küçük şelaleler de vardı. Gürül gürül akan berrak suyu ve etrafındaki yeşil ortamı gerçekten çok beğendik. Çok yorulduğumuzdan mı yoksa çok acıktığımızdan mı bilmiyorum ama yediğim balık bana gerçekten lezzetli geldi. Çaylarımızı da içtikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Günümüzün tek kötü yanı, dönüş yolundaki tırlardan, kamyonlardan ve bilumum dengesiz İstanbullu sürücülerden oluşan trafikti.
3 Nisan 2008 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)