24 Nisan 2008 Perşembe

Aytepe

23 nisan’ın tatil olmasından faydalanarak yakın yerler konulu gezilerimizden birini daha gerçekleştirip İzmit civarındaki Aytepe ve Menekşe yaylasına doğru yola çıktık.

Aytepe’ye gitmek için TEM’e giriyoruz, İzmit batı çıkışını geçtikten sonra Kandıra çıkışından çıkıyoruz. Daha sonra trafik ışıklarına geldiğimizde Kandıra’ya değil sol tarafa İzmit yönüne dönüyoruz. Birkaç kilometre gittikten sonra sağa doğru beyaz boyalı Kullar tabelasından Kullar’a doğru dönüyoruz. Kullar’ı geçtikten sonra Yuvacık beldesine geliyoruz. Çok şirin bir belde olan Yuvacık’ın bikaç km ilerisindeki Yuvacık barajı’nı da geçip, 8-10 km daha gittikten sonra küçük yeşil bir tabela üzerinde menekşe yaylası, aytepe okları görünüyor.

Bizim okları takip ederek seçtiğimiz yol bir süre sonra ancak bir 4x4’le ilerlenebilecek hale gelince yanlış yöne gittiğimizi düşünüp o yoldan geri döndük. Tabelalardan biraz ilerideki diğer yolu seçtiğimizde bir sürü yürüyüş parkurunun başlangıç noktası olan bir açıklığa geldik. Daha sonra bu açıklığın Aytepe denilen yer olduğunu ancak ordaki bir binanın duvarına küçük harflerle yazılmış “Aytepe’ye hoşgeldiniz ” yazısını görünce anlayabildik. Bu tepede gördüğümüz bir beyden patikalarla ilgili bilgiler aldık. Amacımız menekşe yaylasına gitmek olduğu için o tarafa doğru ilerleyen patikayı seçtik. Fakat yaylanın 8km ileride olduğunu hatırlayınca ve yolun sürekli aşağıya doğru gittiğini farkedince bu gidişin bir dönüşünün de olacağını hesaba katıp fazla ilerlemeden geri döndük. Zaten o patikadan ulaşılan en yakın yer olan soğuksu bile 2.5 km sonraydı. O eğimli yolları güç bela tırmanıp parkurların buluşma noktası olan Aytepe’ye vardık.

Tepede birer çay içip dinlenelim dedik fakat deliler gibi esen rüzgar bize dışarıda çay içme fırsatı vermedi. Daha önce yol sorup bilgi aldığımız mekanın sahibi olan adam bize içeri geçebileceğimiz söyledi. Şahsen ben içerisi deyince restoran veya kafelerin kapalı mekanlarına benzer bir mekan bekliyordum fakat adam ayakkabılarımızı çıkarmamızı söyleyince şaşırdık. Meğer adamın içerisi dediği orada kiraya verdiği kulübelerden birinin içiymiş. Kulübenin içini anlatmam gerekirse, ahşaptan yapılmış 2 katlı bir kulübe, köşede bir kuzine, diğer 2 köşede mini buzdolabı ve tv ile birlikte odada 2 adet de kanepe vardı. Odanın genel havasına ters olan tek şey beyaz pvc’den yapılmış kapı ve pencerelerdi. Odada ilginç olan şeylerse kanepenin üzerinde yeni toplanmış gibi görünen yorgan ve yastık, duvarda asılı havlu ve gömlekler yine duvarda asılı duran tırnak makası ve lavabonun üzerinde duran yarısı kırılmış aynaydı.

Adam kuzineyi yakmak ve bize çay demlemek üzere içeri girince doğrusu ben ilk etapta ürktüm. Çünkü kendisinin yaklaşık 1.85 boy ve 100 kilo ile (bu 100 kilonun yaklaşık 20-25’i göbek kısmında toplanmış) izbandut şeklinde tabir edebileceğimiz bir tipi vardı.. Üzerinde avcı yeleği, kafasında avcı şapkası, ayağında da sofra bezine benzeyen bir kumaştan yapılmış bir şalvar vardı. Duvarda asılı duran fişekleri de görünce aklıma getirdiğim paranoyak görüntülerin tüm atmosferi tamamlanmış oluyordu. Neyseki bize çayı demledikten sonra başka misafirler geldi de bizi orda yalnız bırakarak dışarı çıktı. Biz de içimiz rahatlamış bir şekilde çaylarımızı içtik.

Sonradan adının Sinan olduğunu öğrendiğimiz bu kişiye teşekkür edip diğer patika hakkında da bilgi aldıktan sonra rotamızı değirmendüzü patikasına doğru çevirdik. Burası gerçekten tam da istediğimiz gibiydi. Etraf yemyeşil ve bu yeşilliklerin arasında yürümesi fazla zor olmayan dar bir patika. Bir ara patikadan içerilere girip bir süre ilerledikten sonra kendimizi lost adasında hissetmemiz için gerekli tüm şartlar hazırlanmıştı. Yemyeşil ve oldukça yüksek ağaçlar, hayvanlar (muhtemelen yaban domuzları) tarafından bırakılmış ayak izleri ve hafif bir rüzgar vardı. Hatta bir ara cesaret edip Sinan’ın verdiği tarife dayanarak patikadan ayrılarak bitkilerin arasına dalınca karşımıza birden yüksek bir uçurum ve karşıda bir metrekare bile toprağın görünmediği yemyeşil bir manzara çıktı. Gerçekten de manzara Sinan’ın dediği gibi insanın ömrüne bikaç yıl katacak kadar güzeldi. Bu güzel yürüyüşten ve manzaradan sonra tekrar Aytepe’ye dönüp. Sinan’a teşekkür ederek oradan ayrıldık.


Bu kadar yürüdükten sonra hepimiz çok acıkmıştık ve doğrusu güzel bir yemeği hak etmiştik. Aytepe’ye çıkarken derenin kenarında kurulmuş birkaç alabalık restoranı görmüştük ve kendi aramızda yemeği burda yeriz diye konuşmuştuk. Bu mekanda dere kenarına kurulmuş birkaç tane tesis bulunuyor. Biz aç olduğumuz için hemen en yakındakine oturduk ve afiyetle kiremitte balığımızı yedik. Derenin adını tam olarak öğrenemedim ama güzel temiz bir suyu vardı. Üstelik bazıları suni olarak da yapılmış olsa derenin üzerinde tesislerin yan tarafında küçük şelaleler de vardı. Gürül gürül akan berrak suyu ve etrafındaki yeşil ortamı gerçekten çok beğendik. Çok yorulduğumuzdan mı yoksa çok acıktığımızdan mı bilmiyorum ama yediğim balık bana gerçekten lezzetli geldi. Çaylarımızı da içtikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Günümüzün tek kötü yanı, dönüş yolundaki tırlardan, kamyonlardan ve bilumum dengesiz İstanbullu sürücülerden oluşan trafikti.







Hiç yorum yok: