Kasım'ın 1-2 si haftasonu uzun zamandır planladığımız ama bir türlü fırsat olup da gerçekleştiremediğimiz Çanakkale gezisini pastırma sıcaklarından da faydalanarak nihayet gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Ben Çanakkale’yi 95 yılında görmüş ve çok etkilenmiştim. Ben çocukken gördüğüm ve şu anda kafamda hayal meyal kalan yerleri yeniden görmek istiyordum ama en çok bu güzel yerleri daha önce görmemiş olan Berk’in görmesini istiyordum. Cuma gününden biriken yorgunluk nedeniyle ve biraz da ağır kanlılığımız yüzünden Cumartesi günü ancak 9’a doğru evden çıkabildik. Eceabat’a vardığımızda saat 2’ye geliyordu ve havanın kararmasına 3 saat kalmıştı. Bu nedenle Çanakkale’ye daha yakın olan kilitbahir kısmını pas geçerek rotamızı Şehitler Abidesinin bulunduğu, Gelibolu’nun en güney ucundaki Seddülbahir bölgesine çevirdik.
Daha önce gördüğümde beni çok etkilemiş olan bu anıt nedense bu sefer çok fazla etkilemedi. Sanırım bunun 2 nedeni var. Birincisi abidenin alt kısmında yer alan müzenin bakımda olması ve bizim müzeyi gezemememiz, ikincisi ise daha önceden yer alan beyaz mermer’den yapılmış küçük mezar taşları yerine. Daha çok yer kaplayan mezar formatlı şeyler yapılmış olması ve askerlerin isimlerinin bu mezarların baş ucunda bulunan cam bölmelere sırayla yazılmış olmaları. Bu cam bölmelerde hem askerlerin isimleri daha küçük yazılmış hem de bu bölme cam olduğu için yazıların arka taraftaki yazılarla karışıyor ve düzgün okunamıyor.
Abide’den sonra hemen yakındaki fransız mezarlığı ziyaret ederek Yahya Çavuş şehitliğinin ve Ertuğrul Tabya’sının bulunduğu Ertuğrul koyuna doğru devam ettik. Gezimiz boyunca gördüğüm en etkileyici şeyi de burada gördüm. Geçtiğimiz senelerde Ertuğrul Tabyası’nın bakımı sırasında yapılan kazılar sırasında burada bulunan bir ingiliz botu ve botun içerisinde kalmış bir ayak ve bacak kemiğinin bir kısmı. Botun açılmış olan uç kısmından içindeki ayağın bota göre çok küçük olduğu görülebiliyordu. Yani muhtemelen botun içindeki ayak botun sahibinin değil. Gezimiz sırasında görüğümüz çeşitli kaşık çatallar, mermiler, kolyeler, yüzükler, silahlar vs. içerisinde bu bot en çok etkilendiğim şeydi. Seddülbahir köyünün ve kalenin yıkıntılarını da gördükten sonra. Havanın kararması ve otelimizin rezervasyonunun saat 19’a kadar olması sebebiyle geri dönüşe geçip. Kilitbahir’den kalkan feribotlarla Çanakkale’ye geçtik. Otelimiz Eceabat feribotlarının kalktığı iskelenin hemen yanında bulunan Anafartalar oteldi. Otelimiz her ne kadar eski bir otel de olsa yeri çok güzel – hemen sahilde ve çarşıya çok yakın- ve odalarının temizliği de fena değildi. Eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra karnımızdan gelen gurultuları bastırmak üzere daha önceden belirlediğimiz Yalova Restoran’a gittik. Bu restoranla ilgili hem Mehmet Yaşin’in hem Artun Ünsal’ın kitaplarında güzel sözler okumuş ayrıca daha önce Çanakkale’ye giden arkadaşlarımızdan da güzel olduğunu duymuştuk. Yalova restoran gerçekten övgüleri hakkeden bir yerdi. Yediğim en güzel lüfer’i orda yedim. Ayrıca yanında istediğimiz kalamar, fava ve salata da oldukça lezzeliydi.
Bir önceki gün gezemediğimiz yerleri gezebilmek için Pazar günü sabah 7 gibi kalktık. Fakat sis sürpriziyle karşılaştık. Gelibolu tarafını geçtim, hemen otelimizin önündeki feribotlar bile sisler arasından ancak görünüyordu. Bu durumda tekrar gelibolu’ya geçmemiz mümkün görünmüyordu. Bu durumda biz de hava açılana kadar Çanakkale’nin içindeki yerleri gezmeye karar verdik. Hemen sahile yakın yerdeki tarihi saat kulesini ve şarkıda bahsedilen meşhur aynalı çarşı’yı gezdik. Aynalı çarşı deyince İstanbul’daki kapalı çarşı gibi bir yer düşünmemek lazım tabi. Oldukça küçük 2 sıra karşılıklı dükkanlardan oluşmuş bir çarşıydı bu. Daha sonra Nusret mayın gemisinin birebir maketini ve Çimenlik kalesini gezdik. Çimenlik kalesi Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazı korumak için yaptırılmış 2 kaleden biri. Hatta o zamana kadar bu civarda pek fazla yerleşim yeri yokmuş. Sadece kalenin şu anda bulunduğu bölgenin etrafında çanakçılar varmış. Kale yapıldıktan sonra burda yerleşim artmış ve bu yöreye Çanakkale denmiş. Nusret ve çimenlik kalesi askeri bölgede olduğu için bakımı ve düzeni askerler tarafından sağlanıyor ve tahmin edilebileceği gibi oldukça iyi bakılmış durumda. Her ne kadar içerideki gezi düzeni de askeri bir düzen olsa da buradan keyifle ayrıldık. Nihayet öğlene doğru 11 gibi havanın açmasıyla karşı tarafa geçebildik. Bu taraftaki ilk durağımız Osmanlılar zamanından kalma bir kale olan Kilitbahir kalesiydi. Bu kale benim Türkiye’de en çok sevdiğim eserlerden bir tanesi. Hem Çanakkale boğazındaki konumu hem de eski kilitleri andıran kuşbaşı görüntüsü gerçekten ismine yakışır şekilde. Maalesef içerisi biraz bakımsız durumda. Kaleyi gezdikten sonra hemen kalenen karşısında yer alan Namazgah Tabyasını da gezerek yolumuzu anzak koyu tarafına çevirdik. Anzak koyunda hemen denizin kenarında yer alan Yeni Zellanda’lılara air anıt ve mezarlık gezi boyunca en çok etkilendiğim yerlerden bir diğeriydi. Issızlık, gökyüzünün gri mavi rengi, denizin sesi, 2 heybetli ağaç ve mezarlardan oluşan ortam kendimizi dünya dışı bir yerde ya da dünyada bir tek biz kalmışız gibi hissetmemize neden oldu. Anzak koyundan sonra Conk Bayırı’nı, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer olan Kabatepe’yi ve tabiki 57. Alay şehitliğini gezdik. Zaten bu civarda adım başı bir şehitlik, adım başı siperler vs. var. Sürekli durarak gezmek zorundayız. Kabatepe’deki siperleri gezdikten sonra tepenin başında durup aşağıdaki inişli çıkışlı tepelere bakarak, kulaklarımızda rüzgarın sesi ile o günleri hayal etmeye çalıştık. Bu civarda en etkileyici anıtlardan bir tanesi de 1994 yılında Gelibolu’da çıkan orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatını kaybeden o Talat Göktepe için dikilen heykeldi. Karşıdan gelen alevlere karşı ağaçları arkasına almış ve gövdesini ağaçlara siper etmiş bu heykel gerçekten görülmeye değer. Yavaş yavaş havanın kararmaya başlaması ve bizim İstanbul’a dönmek zorunda oluşumuz sebebiyle Eceabat’a doğru yola koyulduk.
Yolda acaba Edirne’ye uğrayıp ciğer mi yesek yoksa Tekirdağ’a uğrayıp Tekirdağ köftesi mi yesek diye düşünürken aklımıza Mehmet Yaşin’in kitabında tavsiye etmiş olduğu Keşan yakınlarındaki Kavaklık Restoran geldi. Keşan’a 8-10 km kalınca yolun karşı tarafına geçerek bu restorana uğradık ve gezimiz boyunca verdiğimiz doğru kararlardan birisini daha vermiş olduk. Uzun zamandır gerçekten bu kadar lezzetli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yolu oraya düşen herkese satır et denilen şeyi ve oranın yoğurdunu tatmasını tavsiye ederim. Dönüşte midemiz için bir güzellik daha yaparak Tekirdağ’a uğrayıp çakır ustanın peynir helvasından da yedik. Tek başına biraz ağır gelebilir ama üzerine sade dondurma ile oldukça lezzetli bir tat olduğunu söyleyebilirim.
Bu güzel gezinin en kötü kısmı tabiki son 1.5 saatini geçirdiğimiz İstanbul trafiği kısmıydı ama bunu da bir şekilde görmezden gelerek gezimizi tamamladık. Arabamızın 40bininci kilometresini doldurmak da Gelibolu’ya kısmetmiş.
Daha önce gördüğümde beni çok etkilemiş olan bu anıt nedense bu sefer çok fazla etkilemedi. Sanırım bunun 2 nedeni var. Birincisi abidenin alt kısmında yer alan müzenin bakımda olması ve bizim müzeyi gezemememiz, ikincisi ise daha önceden yer alan beyaz mermer’den yapılmış küçük mezar taşları yerine. Daha çok yer kaplayan mezar formatlı şeyler yapılmış olması ve askerlerin isimlerinin bu mezarların baş ucunda bulunan cam bölmelere sırayla yazılmış olmaları. Bu cam bölmelerde hem askerlerin isimleri daha küçük yazılmış hem de bu bölme cam olduğu için yazıların arka taraftaki yazılarla karışıyor ve düzgün okunamıyor.
Abide’den sonra hemen yakındaki fransız mezarlığı ziyaret ederek Yahya Çavuş şehitliğinin ve Ertuğrul Tabya’sının bulunduğu Ertuğrul koyuna doğru devam ettik. Gezimiz boyunca gördüğüm en etkileyici şeyi de burada gördüm. Geçtiğimiz senelerde Ertuğrul Tabyası’nın bakımı sırasında yapılan kazılar sırasında burada bulunan bir ingiliz botu ve botun içerisinde kalmış bir ayak ve bacak kemiğinin bir kısmı. Botun açılmış olan uç kısmından içindeki ayağın bota göre çok küçük olduğu görülebiliyordu. Yani muhtemelen botun içindeki ayak botun sahibinin değil. Gezimiz sırasında görüğümüz çeşitli kaşık çatallar, mermiler, kolyeler, yüzükler, silahlar vs. içerisinde bu bot en çok etkilendiğim şeydi. Seddülbahir köyünün ve kalenin yıkıntılarını da gördükten sonra. Havanın kararması ve otelimizin rezervasyonunun saat 19’a kadar olması sebebiyle geri dönüşe geçip. Kilitbahir’den kalkan feribotlarla Çanakkale’ye geçtik. Otelimiz Eceabat feribotlarının kalktığı iskelenin hemen yanında bulunan Anafartalar oteldi. Otelimiz her ne kadar eski bir otel de olsa yeri çok güzel – hemen sahilde ve çarşıya çok yakın- ve odalarının temizliği de fena değildi. Eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra karnımızdan gelen gurultuları bastırmak üzere daha önceden belirlediğimiz Yalova Restoran’a gittik. Bu restoranla ilgili hem Mehmet Yaşin’in hem Artun Ünsal’ın kitaplarında güzel sözler okumuş ayrıca daha önce Çanakkale’ye giden arkadaşlarımızdan da güzel olduğunu duymuştuk. Yalova restoran gerçekten övgüleri hakkeden bir yerdi. Yediğim en güzel lüfer’i orda yedim. Ayrıca yanında istediğimiz kalamar, fava ve salata da oldukça lezzeliydi.
Bir önceki gün gezemediğimiz yerleri gezebilmek için Pazar günü sabah 7 gibi kalktık. Fakat sis sürpriziyle karşılaştık. Gelibolu tarafını geçtim, hemen otelimizin önündeki feribotlar bile sisler arasından ancak görünüyordu. Bu durumda tekrar gelibolu’ya geçmemiz mümkün görünmüyordu. Bu durumda biz de hava açılana kadar Çanakkale’nin içindeki yerleri gezmeye karar verdik. Hemen sahile yakın yerdeki tarihi saat kulesini ve şarkıda bahsedilen meşhur aynalı çarşı’yı gezdik. Aynalı çarşı deyince İstanbul’daki kapalı çarşı gibi bir yer düşünmemek lazım tabi. Oldukça küçük 2 sıra karşılıklı dükkanlardan oluşmuş bir çarşıydı bu. Daha sonra Nusret mayın gemisinin birebir maketini ve Çimenlik kalesini gezdik. Çimenlik kalesi Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazı korumak için yaptırılmış 2 kaleden biri. Hatta o zamana kadar bu civarda pek fazla yerleşim yeri yokmuş. Sadece kalenin şu anda bulunduğu bölgenin etrafında çanakçılar varmış. Kale yapıldıktan sonra burda yerleşim artmış ve bu yöreye Çanakkale denmiş. Nusret ve çimenlik kalesi askeri bölgede olduğu için bakımı ve düzeni askerler tarafından sağlanıyor ve tahmin edilebileceği gibi oldukça iyi bakılmış durumda. Her ne kadar içerideki gezi düzeni de askeri bir düzen olsa da buradan keyifle ayrıldık. Nihayet öğlene doğru 11 gibi havanın açmasıyla karşı tarafa geçebildik. Bu taraftaki ilk durağımız Osmanlılar zamanından kalma bir kale olan Kilitbahir kalesiydi. Bu kale benim Türkiye’de en çok sevdiğim eserlerden bir tanesi. Hem Çanakkale boğazındaki konumu hem de eski kilitleri andıran kuşbaşı görüntüsü gerçekten ismine yakışır şekilde. Maalesef içerisi biraz bakımsız durumda. Kaleyi gezdikten sonra hemen kalenen karşısında yer alan Namazgah Tabyasını da gezerek yolumuzu anzak koyu tarafına çevirdik. Anzak koyunda hemen denizin kenarında yer alan Yeni Zellanda’lılara air anıt ve mezarlık gezi boyunca en çok etkilendiğim yerlerden bir diğeriydi. Issızlık, gökyüzünün gri mavi rengi, denizin sesi, 2 heybetli ağaç ve mezarlardan oluşan ortam kendimizi dünya dışı bir yerde ya da dünyada bir tek biz kalmışız gibi hissetmemize neden oldu. Anzak koyundan sonra Conk Bayırı’nı, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer olan Kabatepe’yi ve tabiki 57. Alay şehitliğini gezdik. Zaten bu civarda adım başı bir şehitlik, adım başı siperler vs. var. Sürekli durarak gezmek zorundayız. Kabatepe’deki siperleri gezdikten sonra tepenin başında durup aşağıdaki inişli çıkışlı tepelere bakarak, kulaklarımızda rüzgarın sesi ile o günleri hayal etmeye çalıştık. Bu civarda en etkileyici anıtlardan bir tanesi de 1994 yılında Gelibolu’da çıkan orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatını kaybeden o Talat Göktepe için dikilen heykeldi. Karşıdan gelen alevlere karşı ağaçları arkasına almış ve gövdesini ağaçlara siper etmiş bu heykel gerçekten görülmeye değer. Yavaş yavaş havanın kararmaya başlaması ve bizim İstanbul’a dönmek zorunda oluşumuz sebebiyle Eceabat’a doğru yola koyulduk.
Yolda acaba Edirne’ye uğrayıp ciğer mi yesek yoksa Tekirdağ’a uğrayıp Tekirdağ köftesi mi yesek diye düşünürken aklımıza Mehmet Yaşin’in kitabında tavsiye etmiş olduğu Keşan yakınlarındaki Kavaklık Restoran geldi. Keşan’a 8-10 km kalınca yolun karşı tarafına geçerek bu restorana uğradık ve gezimiz boyunca verdiğimiz doğru kararlardan birisini daha vermiş olduk. Uzun zamandır gerçekten bu kadar lezzetli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yolu oraya düşen herkese satır et denilen şeyi ve oranın yoğurdunu tatmasını tavsiye ederim. Dönüşte midemiz için bir güzellik daha yaparak Tekirdağ’a uğrayıp çakır ustanın peynir helvasından da yedik. Tek başına biraz ağır gelebilir ama üzerine sade dondurma ile oldukça lezzetli bir tat olduğunu söyleyebilirim.
Bu güzel gezinin en kötü kısmı tabiki son 1.5 saatini geçirdiğimiz İstanbul trafiği kısmıydı ama bunu da bir şekilde görmezden gelerek gezimizi tamamladık. Arabamızın 40bininci kilometresini doldurmak da Gelibolu’ya kısmetmiş.