11 Kasım 2008 Salı

ÇANAKKALE-GELİBOLU

Kasım'ın 1-2 si haftasonu uzun zamandır planladığımız ama bir türlü fırsat olup da gerçekleştiremediğimiz Çanakkale gezisini pastırma sıcaklarından da faydalanarak nihayet gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Ben Çanakkale’yi 95 yılında görmüş ve çok etkilenmiştim. Ben çocukken gördüğüm ve şu anda kafamda hayal meyal kalan yerleri yeniden görmek istiyordum ama en çok bu güzel yerleri daha önce görmemiş olan Berk’in görmesini istiyordum. Cuma gününden biriken yorgunluk nedeniyle ve biraz da ağır kanlılığımız yüzünden Cumartesi günü ancak 9’a doğru evden çıkabildik. Eceabat’a vardığımızda saat 2’ye geliyordu ve havanın kararmasına 3 saat kalmıştı. Bu nedenle Çanakkale’ye daha yakın olan kilitbahir kısmını pas geçerek rotamızı Şehitler Abidesinin bulunduğu, Gelibolu’nun en güney ucundaki Seddülbahir bölgesine çevirdik.

Daha önce gördüğümde beni çok etkilemiş olan bu anıt nedense bu sefer çok fazla etkilemedi. Sanırım bunun 2 nedeni var. Birincisi abidenin alt kısmında yer alan müzenin bakımda olması ve bizim müzeyi gezemememiz, ikincisi ise daha önceden yer alan beyaz mermer’den yapılmış küçük mezar taşları yerine. Daha çok yer kaplayan mezar formatlı şeyler yapılmış olması ve askerlerin isimlerinin bu mezarların baş ucunda bulunan cam bölmelere sırayla yazılmış olmaları. Bu cam bölmelerde hem askerlerin isimleri daha küçük yazılmış hem de bu bölme cam olduğu için yazıların arka taraftaki yazılarla karışıyor ve düzgün okunamıyor.
Abide’den sonra hemen yakındaki fransız mezarlığı ziyaret ederek Yahya Çavuş şehitliğinin ve Ertuğrul Tabya’sının bulunduğu Ertuğrul koyuna doğru devam ettik. Gezimiz boyunca gördüğüm en etkileyici şeyi de burada gördüm. Geçtiğimiz senelerde Ertuğrul Tabyası’nın bakımı sırasında yapılan kazılar sırasında burada bulunan bir ingiliz botu ve botun içerisinde kalmış bir ayak ve bacak kemiğinin bir kısmı. Botun açılmış olan uç kısmından içindeki ayağın bota göre çok küçük olduğu görülebiliyordu. Yani muhtemelen botun içindeki ayak botun sahibinin değil. Gezimiz sırasında görüğümüz çeşitli kaşık çatallar, mermiler, kolyeler, yüzükler, silahlar vs. içerisinde bu bot en çok etkilendiğim şeydi. Seddülbahir köyünün ve kalenin yıkıntılarını da gördükten sonra. Havanın kararması ve otelimizin rezervasyonunun saat 19’a kadar olması sebebiyle geri dönüşe geçip. Kilitbahir’den kalkan feribotlarla Çanakkale’ye geçtik. Otelimiz Eceabat feribotlarının kalktığı iskelenin hemen yanında bulunan Anafartalar oteldi. Otelimiz her ne kadar eski bir otel de olsa yeri çok güzel – hemen sahilde ve çarşıya çok yakın- ve odalarının temizliği de fena değildi. Eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra karnımızdan gelen gurultuları bastırmak üzere daha önceden belirlediğimiz Yalova Restoran’a gittik. Bu restoranla ilgili hem Mehmet Yaşin’in hem Artun Ünsal’ın kitaplarında güzel sözler okumuş ayrıca daha önce Çanakkale’ye giden arkadaşlarımızdan da güzel olduğunu duymuştuk. Yalova restoran gerçekten övgüleri hakkeden bir yerdi. Yediğim en güzel lüfer’i orda yedim. Ayrıca yanında istediğimiz kalamar, fava ve salata da oldukça lezzeliydi.

Bir önceki gün gezemediğimiz yerleri gezebilmek için Pazar günü sabah 7 gibi kalktık. Fakat sis sürpriziyle karşılaştık. Gelibolu tarafını geçtim, hemen otelimizin önündeki feribotlar bile sisler arasından ancak görünüyordu. Bu durumda tekrar gelibolu’ya geçmemiz mümkün görünmüyordu. Bu durumda biz de hava açılana kadar Çanakkale’nin içindeki yerleri gezmeye karar verdik. Hemen sahile yakın yerdeki tarihi saat kulesini ve şarkıda bahsedilen meşhur aynalı çarşı’yı gezdik. Aynalı çarşı deyince İstanbul’daki kapalı çarşı gibi bir yer düşünmemek lazım tabi. Oldukça küçük 2 sıra karşılıklı dükkanlardan oluşmuş bir çarşıydı bu. Daha sonra Nusret mayın gemisinin birebir maketini ve Çimenlik kalesini gezdik. Çimenlik kalesi Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazı korumak için yaptırılmış 2 kaleden biri. Hatta o zamana kadar bu civarda pek fazla yerleşim yeri yokmuş. Sadece kalenin şu anda bulunduğu bölgenin etrafında çanakçılar varmış. Kale yapıldıktan sonra burda yerleşim artmış ve bu yöreye Çanakkale denmiş. Nusret ve çimenlik kalesi askeri bölgede olduğu için bakımı ve düzeni askerler tarafından sağlanıyor ve tahmin edilebileceği gibi oldukça iyi bakılmış durumda. Her ne kadar içerideki gezi düzeni de askeri bir düzen olsa da buradan keyifle ayrıldık. Nihayet öğlene doğru 11 gibi havanın açmasıyla karşı tarafa geçebildik. Bu taraftaki ilk durağımız Osmanlılar zamanından kalma bir kale olan Kilitbahir kalesiydi. Bu kale benim Türkiye’de en çok sevdiğim eserlerden bir tanesi. Hem Çanakkale boğazındaki konumu hem de eski kilitleri andıran kuşbaşı görüntüsü gerçekten ismine yakışır şekilde. Maalesef içerisi biraz bakımsız durumda. Kaleyi gezdikten sonra hemen kalenen karşısında yer alan Namazgah Tabyasını da gezerek yolumuzu anzak koyu tarafına çevirdik. Anzak koyunda hemen denizin kenarında yer alan Yeni Zellanda’lılara air anıt ve mezarlık gezi boyunca en çok etkilendiğim yerlerden bir diğeriydi. Issızlık, gökyüzünün gri mavi rengi, denizin sesi, 2 heybetli ağaç ve mezarlardan oluşan ortam kendimizi dünya dışı bir yerde ya da dünyada bir tek biz kalmışız gibi hissetmemize neden oldu. Anzak koyundan sonra Conk Bayırı’nı, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer olan Kabatepe’yi ve tabiki 57. Alay şehitliğini gezdik. Zaten bu civarda adım başı bir şehitlik, adım başı siperler vs. var. Sürekli durarak gezmek zorundayız. Kabatepe’deki siperleri gezdikten sonra tepenin başında durup aşağıdaki inişli çıkışlı tepelere bakarak, kulaklarımızda rüzgarın sesi ile o günleri hayal etmeye çalıştık. Bu civarda en etkileyici anıtlardan bir tanesi de 1994 yılında Gelibolu’da çıkan orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatını kaybeden o Talat Göktepe için dikilen heykeldi. Karşıdan gelen alevlere karşı ağaçları arkasına almış ve gövdesini ağaçlara siper etmiş bu heykel gerçekten görülmeye değer. Yavaş yavaş havanın kararmaya başlaması ve bizim İstanbul’a dönmek zorunda oluşumuz sebebiyle Eceabat’a doğru yola koyulduk.

Yolda acaba Edirne’ye uğrayıp ciğer mi yesek yoksa Tekirdağ’a uğrayıp Tekirdağ köftesi mi yesek diye düşünürken aklımıza Mehmet Yaşin’in kitabında tavsiye etmiş olduğu Keşan yakınlarındaki Kavaklık Restoran geldi. Keşan’a 8-10 km kalınca yolun karşı tarafına geçerek bu restorana uğradık ve gezimiz boyunca verdiğimiz doğru kararlardan birisini daha vermiş olduk. Uzun zamandır gerçekten bu kadar lezzetli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yolu oraya düşen herkese satır et denilen şeyi ve oranın yoğurdunu tatmasını tavsiye ederim. Dönüşte midemiz için bir güzellik daha yaparak Tekirdağ’a uğrayıp çakır ustanın peynir helvasından da yedik. Tek başına biraz ağır gelebilir ama üzerine sade dondurma ile oldukça lezzetli bir tat olduğunu söyleyebilirim.

Bu güzel gezinin en kötü kısmı tabiki son 1.5 saatini geçirdiğimiz İstanbul trafiği kısmıydı ama bunu da bir şekilde görmezden gelerek gezimizi tamamladık. Arabamızın 40bininci kilometresini doldurmak da Gelibolu’ya kısmetmiş.

24 Nisan 2008 Perşembe

Aytepe

23 nisan’ın tatil olmasından faydalanarak yakın yerler konulu gezilerimizden birini daha gerçekleştirip İzmit civarındaki Aytepe ve Menekşe yaylasına doğru yola çıktık.

Aytepe’ye gitmek için TEM’e giriyoruz, İzmit batı çıkışını geçtikten sonra Kandıra çıkışından çıkıyoruz. Daha sonra trafik ışıklarına geldiğimizde Kandıra’ya değil sol tarafa İzmit yönüne dönüyoruz. Birkaç kilometre gittikten sonra sağa doğru beyaz boyalı Kullar tabelasından Kullar’a doğru dönüyoruz. Kullar’ı geçtikten sonra Yuvacık beldesine geliyoruz. Çok şirin bir belde olan Yuvacık’ın bikaç km ilerisindeki Yuvacık barajı’nı da geçip, 8-10 km daha gittikten sonra küçük yeşil bir tabela üzerinde menekşe yaylası, aytepe okları görünüyor.

Bizim okları takip ederek seçtiğimiz yol bir süre sonra ancak bir 4x4’le ilerlenebilecek hale gelince yanlış yöne gittiğimizi düşünüp o yoldan geri döndük. Tabelalardan biraz ilerideki diğer yolu seçtiğimizde bir sürü yürüyüş parkurunun başlangıç noktası olan bir açıklığa geldik. Daha sonra bu açıklığın Aytepe denilen yer olduğunu ancak ordaki bir binanın duvarına küçük harflerle yazılmış “Aytepe’ye hoşgeldiniz ” yazısını görünce anlayabildik. Bu tepede gördüğümüz bir beyden patikalarla ilgili bilgiler aldık. Amacımız menekşe yaylasına gitmek olduğu için o tarafa doğru ilerleyen patikayı seçtik. Fakat yaylanın 8km ileride olduğunu hatırlayınca ve yolun sürekli aşağıya doğru gittiğini farkedince bu gidişin bir dönüşünün de olacağını hesaba katıp fazla ilerlemeden geri döndük. Zaten o patikadan ulaşılan en yakın yer olan soğuksu bile 2.5 km sonraydı. O eğimli yolları güç bela tırmanıp parkurların buluşma noktası olan Aytepe’ye vardık.

Tepede birer çay içip dinlenelim dedik fakat deliler gibi esen rüzgar bize dışarıda çay içme fırsatı vermedi. Daha önce yol sorup bilgi aldığımız mekanın sahibi olan adam bize içeri geçebileceğimiz söyledi. Şahsen ben içerisi deyince restoran veya kafelerin kapalı mekanlarına benzer bir mekan bekliyordum fakat adam ayakkabılarımızı çıkarmamızı söyleyince şaşırdık. Meğer adamın içerisi dediği orada kiraya verdiği kulübelerden birinin içiymiş. Kulübenin içini anlatmam gerekirse, ahşaptan yapılmış 2 katlı bir kulübe, köşede bir kuzine, diğer 2 köşede mini buzdolabı ve tv ile birlikte odada 2 adet de kanepe vardı. Odanın genel havasına ters olan tek şey beyaz pvc’den yapılmış kapı ve pencerelerdi. Odada ilginç olan şeylerse kanepenin üzerinde yeni toplanmış gibi görünen yorgan ve yastık, duvarda asılı havlu ve gömlekler yine duvarda asılı duran tırnak makası ve lavabonun üzerinde duran yarısı kırılmış aynaydı.

Adam kuzineyi yakmak ve bize çay demlemek üzere içeri girince doğrusu ben ilk etapta ürktüm. Çünkü kendisinin yaklaşık 1.85 boy ve 100 kilo ile (bu 100 kilonun yaklaşık 20-25’i göbek kısmında toplanmış) izbandut şeklinde tabir edebileceğimiz bir tipi vardı.. Üzerinde avcı yeleği, kafasında avcı şapkası, ayağında da sofra bezine benzeyen bir kumaştan yapılmış bir şalvar vardı. Duvarda asılı duran fişekleri de görünce aklıma getirdiğim paranoyak görüntülerin tüm atmosferi tamamlanmış oluyordu. Neyseki bize çayı demledikten sonra başka misafirler geldi de bizi orda yalnız bırakarak dışarı çıktı. Biz de içimiz rahatlamış bir şekilde çaylarımızı içtik.

Sonradan adının Sinan olduğunu öğrendiğimiz bu kişiye teşekkür edip diğer patika hakkında da bilgi aldıktan sonra rotamızı değirmendüzü patikasına doğru çevirdik. Burası gerçekten tam da istediğimiz gibiydi. Etraf yemyeşil ve bu yeşilliklerin arasında yürümesi fazla zor olmayan dar bir patika. Bir ara patikadan içerilere girip bir süre ilerledikten sonra kendimizi lost adasında hissetmemiz için gerekli tüm şartlar hazırlanmıştı. Yemyeşil ve oldukça yüksek ağaçlar, hayvanlar (muhtemelen yaban domuzları) tarafından bırakılmış ayak izleri ve hafif bir rüzgar vardı. Hatta bir ara cesaret edip Sinan’ın verdiği tarife dayanarak patikadan ayrılarak bitkilerin arasına dalınca karşımıza birden yüksek bir uçurum ve karşıda bir metrekare bile toprağın görünmediği yemyeşil bir manzara çıktı. Gerçekten de manzara Sinan’ın dediği gibi insanın ömrüne bikaç yıl katacak kadar güzeldi. Bu güzel yürüyüşten ve manzaradan sonra tekrar Aytepe’ye dönüp. Sinan’a teşekkür ederek oradan ayrıldık.


Bu kadar yürüdükten sonra hepimiz çok acıkmıştık ve doğrusu güzel bir yemeği hak etmiştik. Aytepe’ye çıkarken derenin kenarında kurulmuş birkaç alabalık restoranı görmüştük ve kendi aramızda yemeği burda yeriz diye konuşmuştuk. Bu mekanda dere kenarına kurulmuş birkaç tane tesis bulunuyor. Biz aç olduğumuz için hemen en yakındakine oturduk ve afiyetle kiremitte balığımızı yedik. Derenin adını tam olarak öğrenemedim ama güzel temiz bir suyu vardı. Üstelik bazıları suni olarak da yapılmış olsa derenin üzerinde tesislerin yan tarafında küçük şelaleler de vardı. Gürül gürül akan berrak suyu ve etrafındaki yeşil ortamı gerçekten çok beğendik. Çok yorulduğumuzdan mı yoksa çok acıktığımızdan mı bilmiyorum ama yediğim balık bana gerçekten lezzetli geldi. Çaylarımızı da içtikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Günümüzün tek kötü yanı, dönüş yolundaki tırlardan, kamyonlardan ve bilumum dengesiz İstanbullu sürücülerden oluşan trafikti.







3 Nisan 2008 Perşembe

DEN HAAG

Buraya Den Haag'la ilgili bişeyler yazılacak

ROTTERDAM







Rotterdam, Hollanda’nın 2. büyük şehri ve Avrupa’nın en büyük limanı olma özelliğine sahip, kaldığımız yer itibariyle bizim de en çok gezebildiğimiz şehirdi. Kanalları, bisikletleri ve parkları dışında Hollanda’daki diğer şehirlerden hiçbirine benzemiyor. Bunun en büyük nedeni 2. dünya savaşı sırasında teslim olmuş olmalarına rağmen, Alman’ların, postane binası dışında bu şehri yerle bir etmeleri ve savaş sonrasında hırs yapan Hollanda’lıların şehri sıfırdan ve tamamen yeni bir mimari anlayışla yeniden kurmalarıymış.

Hollanda’nın tamamında görülen ve ülkenin özelliği olan o 2 katlı eski tipteki evlerden bu şehirde pek bulunmadığı için bu şehrin ruhsuz olduğunu söyleyebiliriz fakat bir yandan da tüm Hollanda da görebileceğiniz en ilginç mimari yapılar bu şehirde bulunuyor. Hatta bizim gördüğümüz binalardan bazıları fizik kurallarına ters görüntüleriyle bize oldukça ilginç gelmişti. Özellikle her türlü turistik kitapta görebileceğiniz küp evler bu mimarinin sınırlarını zorlayan bir dizayna sahipler. Hangi duvar aşağıya hangisi yukarıya bakıyor ya da bu evlerin içerisine uygun eşyalardan nerden bulunur o daracık merdivenlerden nasıl çıkarılır insan merak etmeden duramıyor. Ben ilk gördüğümde bunların sadece sergi amaçlı yapıldıklarını düşünmüştüm ama içerisinde insanların yaşadığını öğrenince oldukça şaşırdım. Yine de bu evlerden bir tanesini turistlere açmışlar ve 2 € ödeyerek bu evi gezebiliyorsunuz.

Rotterdam’daki gezilebilecek diğer yerlerden bir tanesi de ünlü düşünür Erasmus’un ismini taşıyan Erasmus köprüsü. Tek taraftan asma şeklinde olan bu köprü gündüz beyazlığı ile gece de ilginç ışıklandırması ile insanı etkiliyor ve görünce bu köprüye neden kuğu dediklerini anlayabiliyorsunuz. 1996 yılında yapılan bu köprü, üstünden arabalar ve tramvay geçtiği için, daha sonra bakıma alınarak güçlendirilmiş.

Hollanda’yı genel olarak anlattığım yazıda da belirttiğim gibi Hollanda dümdüz bir ülke olduğu için herhangi bir manzara görebilmeniz için yüksek bir yere çıkmanız gerekiyor. Rotterdam’da bu ihtiyacı karşılamak için (atıyor da olabilirim. Başka bir amacı da olabilir tabi :) ) yapılmış bir yer olan Euromast da görülmesi gereken yerlerden bir tanesi. Bu kule ilk yapıldığında Hollanda’nın en yüksek kulesiymiş. Daha sonraki yıllarda bu ünvanı başka bir yapıya kaptırınca kendisine 85 metrelik bir ek yapılarak bu ünvanı yeniden kazanması sağlanmış. Bu kuleye çıkınca Rotterdam’ın her yeri kuşbakışı görülebiliyor. Özellikle de liman kısmına doğru bakınca Rotterdam limanının neden Avrupa’nın en büyük limanı olduğu anlaşılıyor. Tatilimizin daha sonraki bölümlerinde Rotterdam limanına doğru bir gezi yapma imkanımız oldu ve 1.5 saatlik araba yolculuğundan sonra hala liman’ın sonuna gelememiş olduğumuzu görünce Rotterdam limanının bu ünvanı bileğinin hakkıyla aldığına ikna olduk.

Rotterdam Hollanda’nın diğer şehirlerine göre pek fazla turistik bir şehir sayılmasa da, düzenliliği, geniş sokakları ve caddeleri, yeşil parkları ve mimari açıdan oldukça ilginç binaları sayesinde gezilmeyi hakediyor. Yalnız bu şehirde saat 5’te dükkanların çoğunun kapandığını ve akşam 8-9’dan sonra yemek yenebilecek yerlerin sayısının çok çok azaldığını ve planınızı buna göre yapmanız gerektiğini hatırlatmalıyım.




Bisikletlerimiz...

DELFT

Delft, gezimiz boyunca Hollanda’da gezdiğimiz 4 şehir ve Belçika’da gezdiğimiz Anwers ve Brüksel şehirleri içerisinde en beğendiğim yer oldu. Zaten bu yüzden 1 günde gezilebilen bu küçük şehre gezimizin ilerleyen günlerinde bir kere daha geldik.

Delft kaldığımız yer olan Rotterdam’a trenle yarım saatlik bir mesafede ve Rotterdam ile Amsterdam arasında yer alan küçük bir öğrenci şehri. Şehirden arabaları, bisikletleri ve dükkanların üzerindeki tabelaları kaldırırsanız kendinizi 17. yüzyılda yaşıyomuş gibi hissedebilirsiniz. Evler, yollar, köprüler her şey hiç değişmeden ve bozulmadan nasıl bu kadar korunarak bu günlere taşınabilmiş oldukça şaşırdım.

Delft eski Avrupa kentleri gibi bir yerleşime sahip. Ortada törenlerin yapıldığı ve pazarın kurulduğu bir meydan, bu meydan’ın bir tarafında şehirdeki diğer yapılara nazaran oldukça görkemli bir kilise, meydanın diğer tarafında da hükümet binası yer alıyor. Bu şehir aynı zamanda kraliyet ailesinin cenaze törenlerinin yapıldığı ve mezarlarının da bulunduğu bir şehir. Yani kraliyet ailesi için özel bir önemi var. Ayrıca Hollanda’nın ünlü ressamlarından Johannes Vermeer’in (Bkz: inci küpeli kız) bir zamanlar yaşadığı ev de bu şehirde bulunuyor ve günümüze kadar korunarak gelmeyi başarmış. Hatta Delft’i gezdikten sonra gezdiğimiz müzelerden birisinde bulunan Vermeer tablolarından birinde şehirde şu anda da gezilebilen eski kiliseyi resmettiğini görmüştük.

Delft şehrinin ülkede en önemli üniversite şehirlerinden birisi olduğunu ve şehirde çoğunlukla öğrencilerin yaşadığını söylediler. Bizim gezdiğimiz dönem yaz dönemi olduğu için ortalıkta çok fazla öğrenci göremesek de bu kadar küçük bir şehirdeki cafe ve barların sayısından burasının öyle bir şehir olabileceğini tahmin ettik :)

Şehir, meydanıyla, Pisa kulesi gibi yana yatmış eski kilisesiyle, ihtişamlı yeni kilisesiyle, Hollanda’nın olmazsa olmaz kanallarıyla, inci gibi yanyana dizilmiş bakımlı evleriyle, dar sokaklarıyla gerçekten çok güzeldi.

Biz bu şehirde yapılabilecek en iyi şeyi yaparak kendimizi şehrin sokaklarına bıraktık. Daracık sokaklarda gezdik,köprülerden geçtik, tam kaybolduk derken kendimizi yine meydanda bulduk, meydanda oturup bir yandan insanları seyrederken bir yandan da biramızı yudumladık, fırında ısıtılmış sıcak elmalı turta yedik ve bu şehre kesinlikle bayıldık…


















AMSTERDAM

Uçağımız Amsterdam üzerinde alçalmaya başladığında pencereden şöyle bir dışarı baktım. Gördüğüm manzara karşısında oldukça şaşırdığımı söyleyebilirim. Yukarıdan bakıldığında su kanalları, bu kanalların arasındaki yeşil bölgeler ve bu yeşil bölgelerin arasında en fazla bikaç katlı çok eskiden kalmış gibi görünen evlerden oluşmuş küçük bir şehir görüntüsü var. Tabi İstanbul’la kıyaslayarak küçük diyoruz fakat Hollanda’nın en büyük şehri ve başkenti Amsterdam. Dünya üzerindeki tüm büyük şehirlerde olduğu gibi Amsterdam’da da sürekli bir canlılık ve hareket hakim. Gerçekten her milletten insan mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle sarışın Hollandalı’ların arasında zenciler ve uzak doğulular sayıca fazla olmalarıyla dikkat çekiyorlar.

Amsterdam bir merkezin etrafında daireler şeklinde yerleşmiş kanallardan oluşuyor. Şehrin içerisinde 88 adet kanal olduğu söyleniyor. Central Station’a ulaştıktan sonra buradan şehrin değişik yerlerine giden tramvay ve otobüslere binerek en fazla 10-15 dakikalık bir yolculuk sonrası şehirdeki en turistik mekanlara ulaşılabiliyor. Hatta Amsterdam’da her yolun çıktığı Dam Meydanı central station’dan yürüyerek 15-20dk.lık mesafede. Dam meydanı civarında Kraliyet sarayını (Koninklijk Paleis), Eski Kiliseyi (Oude Kerk), Yeni kiliseyi (Nieuwe Kerk) 2 dünya savaşı sırasında saklandıkları tavan arasında yazmış olduğu günlüğü daha sonradan bulunarak basılan Anne Frank’in saklandığı evi, Madame Tussauds müzesini ve meşhuuuurrr Red Light District’i gezebilirsiniz. Biz gittiğimizde kraliyet sarayı ile eski ve yeni kiliseler bakım çalışması olduğu için kapalıydılar. Malesef onları gezemedik. Anne Frank’in evini ise hem çok pahalı olduğu için, hem önünde oldukça büyük bir kuyruk olduğu için ve en önemlisi de fazla ilgimizi çekmediği için gezmedik. Madame Tussauds müzesini daha önce hiç balmumu heykel müzesi görmediğimiz için gezdik. Her ne kadar heykellerden bazıları oldukça başarılı olsa da bana pek o kadar da ilginç gelmediği için bundan sonra başka bir balmumu heykel müzesi gezmem sanıyorum. Herkesin merak ettiği Red Light District ise gerçekten oldukça ilginç ama fazlasıyla turistik bir yerdi. Biz taksim’in arka sokaklarının az çok neye benzediğini bildiğimiz ve oranın da bu tarzda bir yer olacağını düşündüğümüz için başlarda oldukça çekingen yaklaştık. Fakat orda kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar her cins ve yaştan insan rahatça geziyordu. Hatta bazı insanlar yanlarında çocukları, pusette bebekleriyle gelmiş bostancı sahilinde gezer gibi geziyorlardı. Bu rahatlıkta her tarafta dolaşan polisler oldukça etkilidir sanıyorum ama yine de bir insan vitrinlerde yarı çıplak kadınların olduğu, sex shopların camekanlarında değişik fantezi araçlarının, videoların vs. alenen sergilendiği bir mekana neden çocuklarıyla birlikte gelmek ister bunu pek tahmin edemiyorum.




Dam Meydanı ve kraliyet sarayı


Amsterdam’ın diğer müzelerine gelirsek, musuem quarter denilen yerde yer alan Rijksmuseum ve Van Gogh müzesi gezdiklerimiz içerisinde en güzelleriydi. Özellikle Rijksmuseum oldukça büyük. Gerçekten gezmek isterseniz en az yarım gününüzü buraya ayırmanız gerekiyor. Bu müzede en beğendiğim Rembrandt’ın devasa boyutlardaki Night Watch tablosuydu. (http://en.wikipedia.org/wiki/Image:RembrandtNightwatch.jpg) Van Gogh müzesi ise Amsterdam’da gezdiğimiz müzeler içerisinde en çok beğendiğimdi. Hem müzenin içinin insana verdiği ferahlık nedeniyle hem de Van Gogh’un gerçekten muhteşem çalışmaları nedeniyle. Hollanda’daki tüm müzelerde içeriye girmeden önce elinizdeki çanta, şemsiye vs. gibi fazlalıkları bırakabileceğiniz birer emanet dolabı oluyor. Böylece o ağırlıkları taşımadan rahatça dolaşma imkanınız oluyor. Fakat müzelerin içlerinin oldukça serin olduğunu söylemeliyim bu nedenle içeri girerken hırkanızı yanınıza alırsanız iyi olur. Bir de müzelerin çoğunda resimlerin sergilendiği salonlarda dinlenmek için herhangi bir koltuk, tabure vs. bulunmuyor. Yani resmin karşısında biraz oturup resmi daha rahat incelemek gibi bir seçeneğiniz yok.



Musuem quarter. Uzaktan görünen Rijksmuseum


Bu ikisinin dışında Amsterdam’da gerçekten çok fazla müze bulunuyor. Sex müzesinden, çanta ve eldiven müzesine, işkence müzesinden, Lale müzesine kadar ilgi alanınıza hitap edecek bir çok müze bulabilirsiniz. Bizim gezdiğimiz diğer bir müze ise, bir modern sanat müzesi olan Stedelijk Museum’du. Bu müze musuem quarterda bulunan eski ve güzel binası bakımda olduğu için central station yakınlarında geçici bir binaya taşınmıştı. Uzun uğraşlar ve aramalardan sonra müzeyi bulup kişi başı 10 euro’da giriş ücreti ödememize rağmen müzeyi gezip çıkmamız ve modern sanat denilen kavramın bize pek uygun olmadığını anlamamız yaklaşık 20 dakika kadar sürdü.

Müzeler bölgesinin yakınlarında bulunan ve bence Amsterdam’da mutlaka gezilmesi gereken yerlerden birisi de Vondelpark. Bu kocaman park özellikle doğayı ve yeşili seven insanları oldukça cezbedecektir. Her ne kadar şehrin geneline hakim de olsa özellikle Vondelpark’a bir tatil ortamı havası hakim. İnsanlar işten çıktıktan sonra çocuklarını ya da köpeklerini gezdirmek için, spor yapmak için, kitap okumak için ya da sadece çimenlerin üzerine yatıp etraftaki insanları ve hayvanları seyretmek için buraya geliyorlar. Bu parkın içerisinde bildiğimiz yeşilli kırmızılı renkli papağanların serbestçe dolaştıklarını da belirtmeliyim.

Bence Amsterdam’ı gezmenin en keyifli kısmı kendinizi ayaklarınızın isteğine bırakmak ve kanallar tarafından kesilen, sağlı sollu çok güzel evlerin bulunduğu Amsterdam sokaklarında kaybolarak dolaşmak. Yorulduğunuzda kanal boyundaki cafe’lerden birisine oturup biranızı yudumlayıp enerji toplamak ve binalara alık alık bakarak yine sokakların arasına dalmak. Biz bu şekilde gezdiğimiz bir gün, dar bir sokaktaki dar bir geçitten geçerek kendimizi Begijnhof denilen bir cennette bulduk. Burayı gezdiğimizde burada Amsterdam’daki en eski (1420) ve önü ahşap kaplamalı 2 evden birisi olan, Het Houten Huis denilen evin bulunduğunu , buranın zamanında Begijntjes denilen rahibe kadınların kalması için yapılmış diğer bölgelerden izole bir alan olduğunu ve şu anda da halen burda yalnız yaşayan kadınların ikamet ettiğini ve hatta ziyaretçilerden rahatsız oldukları için bu bölgeyi yabancı ziyaretçilere kapatmak istedikleri ile ilgili herhangi bir malumatımız yoktu.

Daha önce de söylediğim gibi bence Amsterdam’daki en muhteşem şey Amsterdam’ın kendisiydi. Yolları, parkları, bahçeleri, kanalları ve özellikle de o güzelim evleri. Ülkemizdeki çirkin yapılaşmayı, hiçbir şekilde birbirine benzemeyen evleri ve apartmanları, yürümenin bile mümkün olmadığı yolları düşününce orası bir rüya ülkesi gibi kalıyor. İnsanın yaşadığı binanın üzerinde 1600 küsür yılına ait bir tarih bulunması nasıl bir histir düşünemiyorum. Amsterdam evleri genelde 3 veya 4 kattan oluşuyor. Kat sayısı yükseldikçe pencerelerin büyüklükleri azalıyor. En alt katlarda neredeyse bir insan boyunda olunda camlar üst katlarda bodrum kat penceresi boyutlarına yaklaşıyor. Zamanında insanların ne kadar aristokrat veya ne kadar varlıklı oldukları oturdukları evin pencerelerinden anlaşılabiliyormuş. En alt katlarda zengin aileler yaşarken üst katlarda daha orta halli aileler veya bu zengin ailelerin hizmetkarları yaşarlarmış. Amsterdam’da ev yapılacak toprak az olduğu için evler birbirine bitişik bir şekilde ve oldukça dar yapılmış. Aynı şekilde merdivenler için fazla yer harcamak istemediklerinden evlerin çoğunun merdivenleri ancak normal kiloda bir insanın geçebileceği genişlikte yapılmış. Bu nedenle evlere eşyaları merdivenlerden çıkarmak pek mümkün olmuyormuş. Bu sorun da evlerin en üstlerine bir çengel takarak ve eşyaları bu çengeller aracılığıyla kurulan makara sistemleriyle yukarı çekip camlardan içeri alarak çözülmüş. Bu çengellerle eşyalar taşınırken eşyaların alt katlardaki evlerin camlarını kırmamasını sağlamak için de evlerin çoğu öne doğru eğimli bir şekilde yapılmış. Zaten Amsterdam’da öne veya yana eğilmiş sanki yıkılacak gibi duran çok fazla ev görmek mümkün ama bu evlerin bu kadar sene korunmuş olması ve hala içlerinde yaşayan insanlar olması da takdire şayan.

Evlerin üstlerindeki çengeller...



Evler

Amsterdam’da gece konaklamadığımız için Amsterdam’ın gece hayatı ile ilgili çok fazla şey söyleyemiyorum fakat gitmeden önce okuduğum rehber kitaplarda oldukça hareketli bir gece hayatı olduğu ve güzel canlı müzik yapılan mekanlar bulunduğunu okumuştum.

Çok fazla ilgi alanımıza girmediği için Hollanda’da uyuşturucunun serbest olması ve bu tip ürünlerin satıldığı kafelerle ilgili de pek bir şey anlatamıyorum. Son söz olarak Amsterdam’ın gerçekten gezilmeye değer bir şehir olduğunu söyleyebilirim.