3 Nisan 2008 Perşembe

AMSTERDAM

Uçağımız Amsterdam üzerinde alçalmaya başladığında pencereden şöyle bir dışarı baktım. Gördüğüm manzara karşısında oldukça şaşırdığımı söyleyebilirim. Yukarıdan bakıldığında su kanalları, bu kanalların arasındaki yeşil bölgeler ve bu yeşil bölgelerin arasında en fazla bikaç katlı çok eskiden kalmış gibi görünen evlerden oluşmuş küçük bir şehir görüntüsü var. Tabi İstanbul’la kıyaslayarak küçük diyoruz fakat Hollanda’nın en büyük şehri ve başkenti Amsterdam. Dünya üzerindeki tüm büyük şehirlerde olduğu gibi Amsterdam’da da sürekli bir canlılık ve hareket hakim. Gerçekten her milletten insan mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle sarışın Hollandalı’ların arasında zenciler ve uzak doğulular sayıca fazla olmalarıyla dikkat çekiyorlar.

Amsterdam bir merkezin etrafında daireler şeklinde yerleşmiş kanallardan oluşuyor. Şehrin içerisinde 88 adet kanal olduğu söyleniyor. Central Station’a ulaştıktan sonra buradan şehrin değişik yerlerine giden tramvay ve otobüslere binerek en fazla 10-15 dakikalık bir yolculuk sonrası şehirdeki en turistik mekanlara ulaşılabiliyor. Hatta Amsterdam’da her yolun çıktığı Dam Meydanı central station’dan yürüyerek 15-20dk.lık mesafede. Dam meydanı civarında Kraliyet sarayını (Koninklijk Paleis), Eski Kiliseyi (Oude Kerk), Yeni kiliseyi (Nieuwe Kerk) 2 dünya savaşı sırasında saklandıkları tavan arasında yazmış olduğu günlüğü daha sonradan bulunarak basılan Anne Frank’in saklandığı evi, Madame Tussauds müzesini ve meşhuuuurrr Red Light District’i gezebilirsiniz. Biz gittiğimizde kraliyet sarayı ile eski ve yeni kiliseler bakım çalışması olduğu için kapalıydılar. Malesef onları gezemedik. Anne Frank’in evini ise hem çok pahalı olduğu için, hem önünde oldukça büyük bir kuyruk olduğu için ve en önemlisi de fazla ilgimizi çekmediği için gezmedik. Madame Tussauds müzesini daha önce hiç balmumu heykel müzesi görmediğimiz için gezdik. Her ne kadar heykellerden bazıları oldukça başarılı olsa da bana pek o kadar da ilginç gelmediği için bundan sonra başka bir balmumu heykel müzesi gezmem sanıyorum. Herkesin merak ettiği Red Light District ise gerçekten oldukça ilginç ama fazlasıyla turistik bir yerdi. Biz taksim’in arka sokaklarının az çok neye benzediğini bildiğimiz ve oranın da bu tarzda bir yer olacağını düşündüğümüz için başlarda oldukça çekingen yaklaştık. Fakat orda kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar her cins ve yaştan insan rahatça geziyordu. Hatta bazı insanlar yanlarında çocukları, pusette bebekleriyle gelmiş bostancı sahilinde gezer gibi geziyorlardı. Bu rahatlıkta her tarafta dolaşan polisler oldukça etkilidir sanıyorum ama yine de bir insan vitrinlerde yarı çıplak kadınların olduğu, sex shopların camekanlarında değişik fantezi araçlarının, videoların vs. alenen sergilendiği bir mekana neden çocuklarıyla birlikte gelmek ister bunu pek tahmin edemiyorum.




Dam Meydanı ve kraliyet sarayı


Amsterdam’ın diğer müzelerine gelirsek, musuem quarter denilen yerde yer alan Rijksmuseum ve Van Gogh müzesi gezdiklerimiz içerisinde en güzelleriydi. Özellikle Rijksmuseum oldukça büyük. Gerçekten gezmek isterseniz en az yarım gününüzü buraya ayırmanız gerekiyor. Bu müzede en beğendiğim Rembrandt’ın devasa boyutlardaki Night Watch tablosuydu. (http://en.wikipedia.org/wiki/Image:RembrandtNightwatch.jpg) Van Gogh müzesi ise Amsterdam’da gezdiğimiz müzeler içerisinde en çok beğendiğimdi. Hem müzenin içinin insana verdiği ferahlık nedeniyle hem de Van Gogh’un gerçekten muhteşem çalışmaları nedeniyle. Hollanda’daki tüm müzelerde içeriye girmeden önce elinizdeki çanta, şemsiye vs. gibi fazlalıkları bırakabileceğiniz birer emanet dolabı oluyor. Böylece o ağırlıkları taşımadan rahatça dolaşma imkanınız oluyor. Fakat müzelerin içlerinin oldukça serin olduğunu söylemeliyim bu nedenle içeri girerken hırkanızı yanınıza alırsanız iyi olur. Bir de müzelerin çoğunda resimlerin sergilendiği salonlarda dinlenmek için herhangi bir koltuk, tabure vs. bulunmuyor. Yani resmin karşısında biraz oturup resmi daha rahat incelemek gibi bir seçeneğiniz yok.



Musuem quarter. Uzaktan görünen Rijksmuseum


Bu ikisinin dışında Amsterdam’da gerçekten çok fazla müze bulunuyor. Sex müzesinden, çanta ve eldiven müzesine, işkence müzesinden, Lale müzesine kadar ilgi alanınıza hitap edecek bir çok müze bulabilirsiniz. Bizim gezdiğimiz diğer bir müze ise, bir modern sanat müzesi olan Stedelijk Museum’du. Bu müze musuem quarterda bulunan eski ve güzel binası bakımda olduğu için central station yakınlarında geçici bir binaya taşınmıştı. Uzun uğraşlar ve aramalardan sonra müzeyi bulup kişi başı 10 euro’da giriş ücreti ödememize rağmen müzeyi gezip çıkmamız ve modern sanat denilen kavramın bize pek uygun olmadığını anlamamız yaklaşık 20 dakika kadar sürdü.

Müzeler bölgesinin yakınlarında bulunan ve bence Amsterdam’da mutlaka gezilmesi gereken yerlerden birisi de Vondelpark. Bu kocaman park özellikle doğayı ve yeşili seven insanları oldukça cezbedecektir. Her ne kadar şehrin geneline hakim de olsa özellikle Vondelpark’a bir tatil ortamı havası hakim. İnsanlar işten çıktıktan sonra çocuklarını ya da köpeklerini gezdirmek için, spor yapmak için, kitap okumak için ya da sadece çimenlerin üzerine yatıp etraftaki insanları ve hayvanları seyretmek için buraya geliyorlar. Bu parkın içerisinde bildiğimiz yeşilli kırmızılı renkli papağanların serbestçe dolaştıklarını da belirtmeliyim.

Bence Amsterdam’ı gezmenin en keyifli kısmı kendinizi ayaklarınızın isteğine bırakmak ve kanallar tarafından kesilen, sağlı sollu çok güzel evlerin bulunduğu Amsterdam sokaklarında kaybolarak dolaşmak. Yorulduğunuzda kanal boyundaki cafe’lerden birisine oturup biranızı yudumlayıp enerji toplamak ve binalara alık alık bakarak yine sokakların arasına dalmak. Biz bu şekilde gezdiğimiz bir gün, dar bir sokaktaki dar bir geçitten geçerek kendimizi Begijnhof denilen bir cennette bulduk. Burayı gezdiğimizde burada Amsterdam’daki en eski (1420) ve önü ahşap kaplamalı 2 evden birisi olan, Het Houten Huis denilen evin bulunduğunu , buranın zamanında Begijntjes denilen rahibe kadınların kalması için yapılmış diğer bölgelerden izole bir alan olduğunu ve şu anda da halen burda yalnız yaşayan kadınların ikamet ettiğini ve hatta ziyaretçilerden rahatsız oldukları için bu bölgeyi yabancı ziyaretçilere kapatmak istedikleri ile ilgili herhangi bir malumatımız yoktu.

Daha önce de söylediğim gibi bence Amsterdam’daki en muhteşem şey Amsterdam’ın kendisiydi. Yolları, parkları, bahçeleri, kanalları ve özellikle de o güzelim evleri. Ülkemizdeki çirkin yapılaşmayı, hiçbir şekilde birbirine benzemeyen evleri ve apartmanları, yürümenin bile mümkün olmadığı yolları düşününce orası bir rüya ülkesi gibi kalıyor. İnsanın yaşadığı binanın üzerinde 1600 küsür yılına ait bir tarih bulunması nasıl bir histir düşünemiyorum. Amsterdam evleri genelde 3 veya 4 kattan oluşuyor. Kat sayısı yükseldikçe pencerelerin büyüklükleri azalıyor. En alt katlarda neredeyse bir insan boyunda olunda camlar üst katlarda bodrum kat penceresi boyutlarına yaklaşıyor. Zamanında insanların ne kadar aristokrat veya ne kadar varlıklı oldukları oturdukları evin pencerelerinden anlaşılabiliyormuş. En alt katlarda zengin aileler yaşarken üst katlarda daha orta halli aileler veya bu zengin ailelerin hizmetkarları yaşarlarmış. Amsterdam’da ev yapılacak toprak az olduğu için evler birbirine bitişik bir şekilde ve oldukça dar yapılmış. Aynı şekilde merdivenler için fazla yer harcamak istemediklerinden evlerin çoğunun merdivenleri ancak normal kiloda bir insanın geçebileceği genişlikte yapılmış. Bu nedenle evlere eşyaları merdivenlerden çıkarmak pek mümkün olmuyormuş. Bu sorun da evlerin en üstlerine bir çengel takarak ve eşyaları bu çengeller aracılığıyla kurulan makara sistemleriyle yukarı çekip camlardan içeri alarak çözülmüş. Bu çengellerle eşyalar taşınırken eşyaların alt katlardaki evlerin camlarını kırmamasını sağlamak için de evlerin çoğu öne doğru eğimli bir şekilde yapılmış. Zaten Amsterdam’da öne veya yana eğilmiş sanki yıkılacak gibi duran çok fazla ev görmek mümkün ama bu evlerin bu kadar sene korunmuş olması ve hala içlerinde yaşayan insanlar olması da takdire şayan.

Evlerin üstlerindeki çengeller...



Evler

Amsterdam’da gece konaklamadığımız için Amsterdam’ın gece hayatı ile ilgili çok fazla şey söyleyemiyorum fakat gitmeden önce okuduğum rehber kitaplarda oldukça hareketli bir gece hayatı olduğu ve güzel canlı müzik yapılan mekanlar bulunduğunu okumuştum.

Çok fazla ilgi alanımıza girmediği için Hollanda’da uyuşturucunun serbest olması ve bu tip ürünlerin satıldığı kafelerle ilgili de pek bir şey anlatamıyorum. Son söz olarak Amsterdam’ın gerçekten gezilmeye değer bir şehir olduğunu söyleyebilirim.

Hiç yorum yok: