22 Ağustos 2007 Çarşamba

HOLLANDA GENEL

Üstünden 1 ay geçmesine rağmen Hollanda gezimizle ilgili herhangi bir yazı yazmamış olmam benim pek de iyi bir blogçu olamayacağımı gösterir sanıyorum. Ama bazı şeyler için hiçbir zaman geç sayılmaz değil mi ?

Hollanda’yı 5 kısımda anlatmaya karar verdim. O yüzden bu bölümde Hollanda’nın tümünde görebileceğimiz, ülke için genelgeçer diyebileceğimiz şeyleri anlatayım.

Hollanda tamamı deniz seviyesinin altında, nerdeyse tüm şehirleri kanallarla bölünmüş bir ülke. Yazları sıcaklık 20-21 derece civarında. Kışın da sıfır derecenin altına çok nadiren düşüyormuş. Yani benim gibi sıcağı sevmeyen insanlar için ideal olduğunu söyleyebiliriz J Biz gittiğimizde temmuz ayının ortası olmasına rağmen genelde sabahtan öğlene kadar hava yağmurlu ve kapalı oluyordu akşam üzeri ise güneşli. Sanırım bu dengesizlik yüzünden yollarda mont ve bot giymiş insanları da şort ve parmak arası terlik giymiş insanları da görebiliyorsunuz. Yani “ben bi camdan bakayım insanlar neler giymiş dışarda hava nasılmış“ diye bir tahmin yapmanız pek mümkün değil. Ülkeyi sonradan deniz kumu ile doldurarak yaptıkları için ve gerçekten kullanılabilir, tarım yapılabilir toprak çok az olduğu için toprak orda en kıymetli şeylerden bir tanesi. Örneğin Tükiye’de bir apartman dairesi aldığınızda o daireyle birlikte apartmanın yerleştiği arsa üzerinde de pay sahibi olursunuz. Hollanda’da ise bir apartman dairesi aldığınızda sadece bir apartman dairesi almış oluyorsunuz. Devlet bahçe yapmak isteyen, bahçesine bişeyler ekmek isteyen insanlara çöp kutusu gibi bir alet vermiş. Bu alete önce biraz normal toprak koyuyorsunuz daha sonra bu kutuyu evdeki organik çöplerle dolduruyorsunuz. Bir zaman sonra bu organik çöpler toprak oluyor. Bu toprağı da alıp bahçenizde kullanabiliyorsunuz. Ülke bol bol yağış aldığı için her yer ya yeşillik ve çimen ya da asfaltla kaplanmış durumda. Bu yüzden ayağımız toz toprak görmeden geldik diyebiliriz. Yalnız yüzölçümü olarak bu kadar küçük bir ülke olmasına rağmen her yeri park bahçe vs. ile doldurmuş olmalarına evleri dip dibe yapmamış olmalarına hayran kaldık. Bizde o kadar çok arsa vs. varken mahalle aralarında bir tane park bulmak bile mümkün olmuyor. Ev yapılırken de insanlara alan sağlamak yerine buraya fazladan bir blok daha nasıl sığdırırız diye düşünüyorlar.




Sanırım ülke deniz seviyesinin altında olduğu ve sonradan doldurularak yapıldığı için Hollanda’da tek bir dağ,tepe hatta yokuş bile yok.Özellike Amsterdam uçaktan bakınca suyun içine batırılmış bir sünger gibi duruyor. Her yer kanallarla dolu ve dümdüz. Bir ucundan baktığınızda şehrin diğer ucunu bile görebilirsiniz. Bu yüzden ülkede çok yoğun bir bisiklet kullanımı var. (O kadar yoğun ki aşağıdaki resimde de görebileceğiniz gibi 3 katlı bisiklet otoparkı bile var.) Gerçi neden italyanlar gibi işin kolayına kaçıp motosiklet değil de bisiklet kullanmaya karar vermişler diye uzunca bi süre düşündüm. Sonradan farkettim ki birincisi Hollandalılar akdeniz insanları gibi tembel değiller, ikincisi sağlıklı yaşam konusuna çok önem veriyorlar ve doğal yaşamayı çok seviyorlar. Üçüncüsü ülkede bisikletler için her türlü ayrıntı düşünülmüş(özel yollar, özel trafik ışıkları, bisikletle seyahet edilebilen otobüs ve trenler, çocuk koltukları, bisiklet yağmurlukları vs..) ve hatta trafikte bazen yayalardan bile daha çok önceliğe sahipler.



Ülkede ayrıca çok düzgün bir sosyal yaşam ortamı sağlanmış. Her şey çok kesin kurallara bağlı ve insanlar bu kurallara uydukça devlet de insanların her türlü sosyal güvenliğini düşünmüş durumda. Hele trafik müthiş! İnsan 10 gün boyunca bir ülkede kalır ve tek bir korna sesi bile duymadan gelir mi? Hollanda yollarında da trafik yoğun olmasına rağmen kimse trafikte sinir stres sahibi olmadan ilerliyor. Kimse emniyet şeridine girmiyor, kimse kırmızı ışıkta geçmiyor, kimse hız sınırını aşmıyor, (sınır 50km ise hele bir 51 km hızla gidin hemen fotoğrafınızı çekip bi güzel evinize postalıyolar) kimse tali yoldan önünüze atlamıyor, kimse önündeki araç durunca frene basıp durmak yerine sizin şeridinize geçmeye kalkmıyor, kimse en sol şeritten 60’la ya da en sağ şeritten 120’yle gitmiyor, kimse kaldırımlara ya da yolun ortasına park etmiyor yani kısaca İstanbul trafiği için normal bildiğiniz hiçbir şey orda gerçekleşmiyor. Oradaki trafik konusunu daha yazsam 8-10 paragraf yazabilirim. O kadar hayran kaldım ki, ordaki trafiği görünce İstanbul’dan neden nefret ettiğimi bir kez daha anladım.

Ayrıca ülkedeki bir diğer konuda sosyal imkanlar konusu. Gerçi hepimizin bildiği gibi Avrupada kuzeye gidildikçe bu sosyal imkanlar olayı giderek artıyor. Hollanda’da da işsizlik, sigortası, çocuk yardımı vs. gibi her türlü sosyal imkan mevcut. Hatta Türkler oraya gitmeden önce Hollanda’nın bir sosyal haklar cenneti olduğunu söylüyorlar. Örneğin eskiden Hollanda’da boşanan çiftlerin her ikisine de bir yıl boyunca para yardımı yaparlarmış, her ikisi de kendilerine yeni bir hayat kursun diye, fakat Türkler oraya gittikten sonra tüm Türk çiftler birer birer boşanmaya başlayınca (birlikte yaşamaya devam ediyorlar tabiki) bu uygulamayı kaldırmışlar. Ordaki Türkler konusunda yazılabilecek şeyler de var tabiki ama bunu başka bir yazı konusu yapabiliriz.

Kısaca özetlemek gerekirse ülkede gezdikçe şöyle bir çıkarım yaptım, Deniz seviyesinin altında ve dümdüz bir ülke à böyle bi ülke olunca çok yağmur à çok yağmur yağınca çok yeşillik à çok yeşillik olunca bu yeşilliklerde yorulmadan otlayan ve bol bol beslenen inek ve koyunlar à bu inek ve koyunlardan elde edilen süt ve et à bu şekilde beslenen, bol oksijenli bir ortamda bisiklete binip, spor yaparak yaşayan, her türlü sosyal hakka sahip, trafik vs. stresi yaşamayan mutlu insan.

Hollandalıların kuzey avrupa’daki en mutlu halk olmasının ve dünyadaki ırklar içerisinde en uzun boy ortalamasına sahip olmalarının (Ortalama 1.82) nedenini tüm bu yukarıda saydıklarım açıklamıştır sanıyorum.

7 Ağustos 2007 Salı

Dün sabah uyanıp aynaya bi baktım bi de ne göreyim kıpkırmızı bir sağ göz. Ben herhalde mikrop kaptırdım diye düşünüyordum ama gittiğim doktor lenslerden olduğunu söyledi. "Lenslerle mi uyudun" diye sordu. Halbuki 7-8 yıldır lens kullanan bi insan olarak bir kere bile lenslerle uyumuş değilim. Yaklaşık bir ay önce gittiğim doktor Baush& Lomb'un yeni lensleri pure vision'lardan kullanmamı önermiş ve denemek için 1 çift vermişti. Daha önce kullandıklarımız hidrojel lenslermiş bunlar silikon lenslermiş ve diğerlerinden 6 kat daha fazla oksijen geçiriyorlarmış. Ama ben bu yeni lensleri bir türlü sevememiştim, oldukça kalın ve sert gelmişlerdi bana. en ufak bir müdahalede çıkacak gibi duruyorlardı ve sanki gözüme daha çok yapışıyorlardı. Ama o doktor ısrarla bunları kullanmamı söylemişti. Eee tamam biz hastalar olarak doktorların sözünü dinliyoruz ama doktorlar da biraz hastaların söylediklerine kulak verseler güzel olur bence. Neyse dün gittiğim doktor "onlar iyi lenslerdir ama lens konusu çok hassas bir konu eğer bir markadan memnunsan değiştirmemek lazım" dedi. Şimdi 10 gün lens takamıycam :( sonrasında da tekrar kontrol edip ona göre takıp takamayacağıma karar verecek.

2 Ağustos 2007 Perşembe

NEWNESS

Beyni canlı tutmanın yollarından birisi de sürekli yeni şeyler yapmakmış, yeni bir dil öğrenmek, yeni bir hobi edinmek veya en basitinden işe yeni ve farklı bir yoldan gitmek gibi. Biz de bu konudan yola çıkarak tenis öğrenmeye başladık. Bugün 4. dersimizi alacağız. Oldukça keyifli ve tahmin ettiğimden daha yorucu bir spormuş. Hoca yetenekli olduğumuzu ve hızlı bacaklarımız olduğunu söyledi. inşallah en kısa zamanda ilerleyip maç yapabilecek kıvama geliriz.

11 Temmuz 2007 Çarşamba

TATİLE ÇIKMAK

Biz plaza insanları yılın 50 haftası boyunca yapacağımız 2 haftalık tatilin hayaliyle yaşarız. Genelde de tatile çıkmadan önceki bir hafta o yılımızın en yoğun haftalarından birisi olur. Gitmeden bunu da bitiriver, gitmeden şunu da yapıver, sen yokken işleri yürütebilmemiz için bize doküman bırakıver vs. şeklinde istekler bir türlü bitmek bilmez. Normalde 1 ay sallasanız hiçkimsenin arayıp sormayacağı bir iş siz tatile çıkarken birden kıymete biner ve 1 hafta bile bekleyemeyecek önemli bir iş haline gelir. Yani tatile çıkanı hayatından bezdirmek bu işin bir numaralı kuralıdır. Tatile çıkanı hayatından bezdirmelisin ki tatilin kıymetini bilsin. Bu arada yapılan bir çok araştırma insanların gerçekten dinlenebilmesi ve bir sonraki yıla yenilenmiş bir şekilde başlayabilmesi için çalışanların en az 3 hafta aralıksız tatil yapması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bunlardan ilk haftada çalışan ancak iş ortamından uzaklaşabilmekte ve işle ilgili konuları kafasından uzaklaştırabilmekte. 2. hafta fiziksel olarak dinlenmekte. 3. hafta ise kendisini ruhen ve bedenen yeni bir yıla hazırlayabilmekteymiş. Bizdeyse 2 hafta arka arkaya izin kullanmak bile hayal edilemez bir şey haline geldi. E durum böyle olunca da insanlar 1 hafta içerisinde hem dinlenmeye, hem eğlenmeye, hem gezmeye ve yeni yerler görmeye, hem ailelerine zaman ayırmaya çalışıyorlar. Sonuçta da öncekinden daha yorgun bir şekilde işe başlıyorlar. Nasıl oluyorsa şirketler de bu çalışanlardan verim bekliyorlar. Halbuki tatil yavaş olmaktır. hiç bir şey için acele etmemek, saat takmamak, canının istediği şeyi istediği zamanda yapmak, bazen saatlerce aynı yere bakarak oturmaktır.

Neyse ben de gezip keşfetmek amaçlı bir tatile çıkıyorum. Bakalım dönüşte aynı insan olacak mıyım?

13 Haziran 2007 Çarşamba

VİZE MİZE

Bir sene önce 1. dereceden memur olan anne veya babanız aracılığıyla sahip olduğunuz yeşil pasaport sayesinde elinizi kolunuzu sallayarak girdiğiniz bir çok ülkeye bir sene sonra artık Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birinde iyi bir pozisyonda çalışıyor ve anne ve babanızın maaşları toplamının 3 katı kadar maaş alıyor olsanız bile girememek, girmek için vize denilen bir naneye ihtiyaç duymanız ve bunu alabilmek için adamlara bağırsaklarınıza kadar herşeyinizi göstermeniz ve yalvarmanız gerekmesi ne kadar acıklı bir durumdur.
Ayrıca dandik bi otelden dandik bir rezervasyon yaptırdığınız zaman size hiçbir şey sormayan bu vize insancıklarının, gideceğiniz ülkedeki Türk konsolosluğundan kapı gibi davet mektubunuz olmasına rağmen, sizi davet eden kişinin bilmem kaç aylık maaş bordrosu, oturma izni, evlilik cüzdanına kadar bin tane bezdirici belge istemesi de ayrıca absürd bir durumdur.
Tabi tüm bunlar devletlerdeki kuralları karşılıklı uygulama bürokrosisi gereğidir. Eğer onların zavallı vatandaşları Türkiye'ye gelip uçaktan indikten sonra 15 dakika kadar sırada bekleyerek ve 100 Euro vererek vize almak zorundalarsa, onlar da türk vatandaşlarından vize istemek ve bu vizeyi bir ton para karşılığında ve bin türlü çileli testten geçirerek vermek hakkına sahiptir.
Ne de olsa Türkiye Avrupa Birliği üyesi değildir ve her türlü 2. sınıf muameleye müstehaktır!

7 Haziran 2007 Perşembe

BİLGİSAYAR MÜHENDİSİ NECİDİR?

Aslında eminim bu soruyu bu bölümde okumuş ve şu anda bu işi yapmakta olan insanlar bile düzgün bir şekilde cevaplayamayacaklardır. Yurtdışındaki üniversitelerde bizdeki bilgisayar mühendisliklerine karşılık gelen bölümlerin adı genelde computer science (bilgisayar bilimi) şeklindedir. İşin içine mühendislik kavramı girince konu biraz daha karmaşıklaşıyor tabiki. İnsanların aklına bilgisayarcılar gerçekten mühendislik yapar mı ya da bilgisayar mühendisi nedir gibi sorular gelebilir. Aslında bilgisayar mühendisi ne iş olsa yaparımcıdır. İş hayatında networkçüdür, DBA’dir, programcıdır, analisttir, testçidir, pc destek elemanıdır, OS admindir.
Hatta küçük, fazla kurumsal olmayan bir şirkette çalışıyorsa bunların hepsini aynı anda bile olabilir.
Günlük hayatta ise
- Bilgisayar tamircisidir. (Abicim printer’in kartuşu bitmiş bi bakıversene)
- Her türlü bilgisayar programından anlayandır. (hocam ben mp3 çalmak için xyz player kullanıyorum ama şarkıları istediğim sırada çalmıyo napıcam.)
- İş yerinde Windows’la hiç işi olmasa bile windows kurandır. (Sende windows XP key’i vardır bi kuruversene)
- Hacker’dır (Ya bizim okulda bi kız var onun mail adresine girmek istiyorum bi yardım etsene…)
- Her türlü bilgisayar alet edavatından anlayandır. (Bilmemkim yeni bir web cam çıkarmış şöyle yapıyomuş böyle yapıyomuş gördün mü?)
- Bütün son teknolojileri piyasadaki tüm bilgisayar modellerini ve özelliklerini bilmek zorundadır. (Ben yeni PC alıcam, şu anakartı mı alsam bu anakartı mı alsam? Senin bildiğin ucuz yerler vardır yardımcı olsana…)
- Her türlü bilgisayar korsanıdır. (Bana şu filmi buluversene. Mp3 indirsene.)
- Ve bu sorulardan herhangi birine olumlu yanıt verememesi durumunda “sen nasıl bilgisayarcısın size okulda hiçbişey öğretmiyolar mı?” cümlesiyle karşılaşacak olan insandır.

Bu diyalogların ötesinde bir de “aaa ne güzel bi işin var. Ben de çok seviyorum bilgisayarları ben de bilgisayar müh. olmak isterdim/olacağım” şeklinde yaklaşanlar vardır. Bir bilgisayar mühendisinin bu sözleri söyleyen kişilere yapabileceği en büyük iyiliklerden bir tanesi de bu insanlara bilgisayar dünyasının sadece oyun, internet, msn’de chat şeklinde olmadığı farklı bir düşünce yapısı ve bir takım teknik özellikler gerektirmesinin yanında, saatlerce masa başından kalkmadan kod yazma ve bu aradada karpal tünel olmuş bilekler, şaşı ile 10 numara arasında gidip gelen kızarmış gözler, kireçlenmiş bir boyun, sırt bölgesinde bir adet kambur oluşumu ve de en önemlisi ilerleyen yaşlarda süngerleşmiş bir beyin sahibi olma gibi fiziksel yan etkilerinden de bahsetmesi olacaktır.

1 Haziran 2007 Cuma


Gazetedeki bir haberi okuyunca bu konuda yazmak aklıma geldi. Aslında haberi değil de haberin altındaki yorumu demek daha doğru olur. Haber Borneo adasında anneleri avcılar tarafından vurulan yavru orangutanları alıp, büyütüp vahşi hayatta yaşayabilecek alışkanlıkları kazandırdıktan sonra tekrar vahşi hayata döndüren bir dernekten bahsediyor. Altına çok duyarlı bir arkadaşdan gelen yorum ise aynen şöyle “dünyada onca aç insan varken allah akıl fikir versin bunlara”. Bu bakış açısı bence o bahsedilen aç insanların o halde olmasına neden olan düşüncenin ta kendisidir. Doğaya, hayvanlara, insanlara yardım eden kişi birincisi kendi vicdanı rahat olduğu için, ikincisi de kendisinin yardım etmek için yetişemediği başka canlılara da yardım eden birilerinin olduğunu gördüğü için mutlu olacak ve bu konuyu destekleyecektir. Fakat bu sözü söyleyen akıl fikir sahibi kişimiz (dikkat ediniz yardım edenler akıl fikir sahibi değiller çünkü…) o kadar meşguldür, yapacak o kadar çok şeyi vardır ki aç insanlara yardım edecek vakti ve imkanı olmamaktadır. Fakat bir yandan da bu aç insanlar için üzülmektedir ve hayvanlara yardım edenlere neden öncelikle insanlara yardım etmedikleri için sinirlenmektedir. Bir kişiyi neden ona yardım etmedin de buna yardım ettin diye yargılamak ancak hiç kimseye yardım etmeyen insanların yapabileceği bişeydir. Yargılamak anlamamanın kardeşidir…