30 Mart 2009 Pazartesi

EFRASİYABIN HİKAYELERİ

Bu kitabı Puslu Kıtalar Atlası ya da Kitab-ül Hiyel kadar sevemedim. İçinde bir sürü metafor ve referans olduğunu anladım ama bunların tam olarak ne olduğunu çıkaramadım. Dil her zamanki gibi müthişti. Özellikle “güneşli günler” ve “gökten gelen çocuk” hikayelerini çok sevdim. En kısa zamanda Suskunlar’ı okumak istiyorum ama bu aralar çok fazla Türk edebiyatı okudum biraz ara vermeliyim sanırım…

25 Mart 2009 Çarşamba

ELİF ŞAFAK’IN AŞK ROMANI ÜZERİNE

İlk olarak Elif Şafak’ın Bit Palas romanını okumuş ve çok sevmiştim. Apartmandaki karakterlerin hepsi incelikle işlenmişti. Şafak’ın kelimeleri kullanış şekli, kurgusu insanı romanın içine çekiyordu. Okuduğum Elif Şafak kitapları içerisinde – diğerleri Baba ve Piç ile Mahrem - en sevdiğim olmasına rağmen nedense Bit Palas’ın diğer kitapların ve tartışmaların gölgesinde kalan bir kitap olduğunu düşünmüşümdür hep. Neyse zaten şu anda konumuz Bit Palas değil. Dün akşam Aşk’ın kapağını kapattığımda beynimin kıvrımlarında güzel bir kitap okumuş olmanın zevki dolaşıyordu.

Önce eleştirileri dile getirelim güzel kısımlarını sonra anlatırız. Kitapçıya kitabı almaya gittiğimde “çok satanlar” raflarına Bit Palas’taki gibi, Araf’taki gibi ya da Baba ve Piç’teki gibi bir kapak görmeyi bekleyerek bakınıyordum. Doğrusu sol tarafımda duran o cırtlak pembeye bakmak hiç aklımın ucundan bile geçmedi. Yani kısacası kitabın kapağını hiç sevmedim. Adı aşk olan herşeyi kırmızıya ya da pembeye boyamakta üstümüze yok sanırım. Kitabı okuyanlar farkedeceklerdir ki bu kitabın rengi kesinlikle pembe değildir. Gri olabilir, sarının tonları olabilir ama en çok ve illaki de mor olur bana göre. Ayrıca sanırım kitabın ilk baskı olmasından kaynaklanan bir takım dizgi hataları da mevcuttu. Kitaba iyice konsantre olmuşken yanlış yazılmış bir kelime görmek yada bazı kelimelerin arka arkaya yazılması gibi hatalar okuyucuyu oldukça rahatsız ediyor. Sanırım benim gibi çoğu Elif Şafak okuyucusu da onun kelimelerine, onları kullanış şekline hayrandır. Fakat bu kitapta kelimelerden o beklediğim tadı tam olarak alamadığımı söylemeliyim. Bunun sebebi kitabın ingilizce yazılmış olup sonradan türkçeye çevrilmiş olması mı yoksa yazarın okuyucunun kelimelere takılmak yerine anlatılana odaklanmasını istemesi midir bilemedim.

Kitabın güzel kısımlarına gelirsek.Roman içinde roman kurgusu oldukça başarılı bir şekilde verilmiş. Okuyucu olarak 1244 yılından 2008 yılına kolay bir şekilde geçebiliyoruz. Kitaptaki Ella karakterinin oldukça başarılı bir şekilde yaratıldığını düşünüyorum. Kadın erkek farketmeksizin okuyan herkes bu karakterde kendisinden bir parça bulabilir. Benzer günlük sıkıntılar, benzer hayat rutini, benzer heyecanlar/heyecansızlıklar. Her ne kadar 2008 yılında geçen öykü 1244’tekini anlatmak için bir ortam hazırlamak üzere kitaba dahil edilmiş gibi görünse de doğrusu kitabın başlarında beni çeken şey oldu ama kitapta ilerledikçe Ella ve Aziz’in hikayesini ikinci plana atıp Mevlana ve Şems’in hikayesiyle daha çok ilgilendim. O yıllardaki ortamı ve Mevlana ile Şems’in kişiliklerini yan karakterlerdeki sıradan insanların ağzından okumak güzel bir fikir. Böylece yazar bize Şems’i kendi bakış açısından tek bir şekilde tanıtmak yerine karakteri birden fazla açıdan görmemizi sağlamış. Kitapla ilgili en sevdiğim yön, okuyucuyu hem dünyevi hem de ilahi aşkla ilgili düşünmeye teşvik etmesi oldu.

Kitapla ilgili merak ettiğim bazı noktalar da var. Bunlar da araştırmak için bana ödev olsun. Kitapta tüm bölümler B harfi ile başlıyor. Acaba ingilizcesinde de durum böyle midir? Acaba Şems’in fiziksel özellikleri gerçek hayatta da kitapta tasvir edildiği gibi midir?

Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim bir durum var. Elif Şafak televizyonda izlediğim bir röportajında “kitapları diğer insanların söyledikleri üzerinden edindiğimiz bir önyargı ile değil, kendimiz o kitaba bir şans tanıyıp okuduktan sonra değerlendirmeliyiz” demişti ki bu, benim gibi okumadığı bir kitap ya da izlemediği bir film hakkında kendisi okuyana/izleyene kadar kesinlikle yorum yapmayan bir insan için çok mantıklı bir açıklamadır. Ayrıca kesinlikle “yazar dediğin reklam yapmaz, röportaj vermez, gazeteye televizyona çıkmaz, gizemli olur ortalarda görünmez” diye düşünen insanlardan değilimdir fakat yukarıda bahsettiğim sözlerine rağmen Elif Şafak hanımın sürekli bir yerlerde röportaj verip kitabımda Ella diye amerikalı bir kadın var. Tasavvuf var, Mevlana’yla Şems var, şu var, bu var diye yorum yapmasını da yavaş yavaş rahatsız edici bulmaya başladığımı belirtmeliyim.

11 Kasım 2008 Salı

ÇANAKKALE-GELİBOLU

Kasım'ın 1-2 si haftasonu uzun zamandır planladığımız ama bir türlü fırsat olup da gerçekleştiremediğimiz Çanakkale gezisini pastırma sıcaklarından da faydalanarak nihayet gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Ben Çanakkale’yi 95 yılında görmüş ve çok etkilenmiştim. Ben çocukken gördüğüm ve şu anda kafamda hayal meyal kalan yerleri yeniden görmek istiyordum ama en çok bu güzel yerleri daha önce görmemiş olan Berk’in görmesini istiyordum. Cuma gününden biriken yorgunluk nedeniyle ve biraz da ağır kanlılığımız yüzünden Cumartesi günü ancak 9’a doğru evden çıkabildik. Eceabat’a vardığımızda saat 2’ye geliyordu ve havanın kararmasına 3 saat kalmıştı. Bu nedenle Çanakkale’ye daha yakın olan kilitbahir kısmını pas geçerek rotamızı Şehitler Abidesinin bulunduğu, Gelibolu’nun en güney ucundaki Seddülbahir bölgesine çevirdik.

Daha önce gördüğümde beni çok etkilemiş olan bu anıt nedense bu sefer çok fazla etkilemedi. Sanırım bunun 2 nedeni var. Birincisi abidenin alt kısmında yer alan müzenin bakımda olması ve bizim müzeyi gezemememiz, ikincisi ise daha önceden yer alan beyaz mermer’den yapılmış küçük mezar taşları yerine. Daha çok yer kaplayan mezar formatlı şeyler yapılmış olması ve askerlerin isimlerinin bu mezarların baş ucunda bulunan cam bölmelere sırayla yazılmış olmaları. Bu cam bölmelerde hem askerlerin isimleri daha küçük yazılmış hem de bu bölme cam olduğu için yazıların arka taraftaki yazılarla karışıyor ve düzgün okunamıyor.
Abide’den sonra hemen yakındaki fransız mezarlığı ziyaret ederek Yahya Çavuş şehitliğinin ve Ertuğrul Tabya’sının bulunduğu Ertuğrul koyuna doğru devam ettik. Gezimiz boyunca gördüğüm en etkileyici şeyi de burada gördüm. Geçtiğimiz senelerde Ertuğrul Tabyası’nın bakımı sırasında yapılan kazılar sırasında burada bulunan bir ingiliz botu ve botun içerisinde kalmış bir ayak ve bacak kemiğinin bir kısmı. Botun açılmış olan uç kısmından içindeki ayağın bota göre çok küçük olduğu görülebiliyordu. Yani muhtemelen botun içindeki ayak botun sahibinin değil. Gezimiz sırasında görüğümüz çeşitli kaşık çatallar, mermiler, kolyeler, yüzükler, silahlar vs. içerisinde bu bot en çok etkilendiğim şeydi. Seddülbahir köyünün ve kalenin yıkıntılarını da gördükten sonra. Havanın kararması ve otelimizin rezervasyonunun saat 19’a kadar olması sebebiyle geri dönüşe geçip. Kilitbahir’den kalkan feribotlarla Çanakkale’ye geçtik. Otelimiz Eceabat feribotlarının kalktığı iskelenin hemen yanında bulunan Anafartalar oteldi. Otelimiz her ne kadar eski bir otel de olsa yeri çok güzel – hemen sahilde ve çarşıya çok yakın- ve odalarının temizliği de fena değildi. Eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra karnımızdan gelen gurultuları bastırmak üzere daha önceden belirlediğimiz Yalova Restoran’a gittik. Bu restoranla ilgili hem Mehmet Yaşin’in hem Artun Ünsal’ın kitaplarında güzel sözler okumuş ayrıca daha önce Çanakkale’ye giden arkadaşlarımızdan da güzel olduğunu duymuştuk. Yalova restoran gerçekten övgüleri hakkeden bir yerdi. Yediğim en güzel lüfer’i orda yedim. Ayrıca yanında istediğimiz kalamar, fava ve salata da oldukça lezzeliydi.

Bir önceki gün gezemediğimiz yerleri gezebilmek için Pazar günü sabah 7 gibi kalktık. Fakat sis sürpriziyle karşılaştık. Gelibolu tarafını geçtim, hemen otelimizin önündeki feribotlar bile sisler arasından ancak görünüyordu. Bu durumda tekrar gelibolu’ya geçmemiz mümkün görünmüyordu. Bu durumda biz de hava açılana kadar Çanakkale’nin içindeki yerleri gezmeye karar verdik. Hemen sahile yakın yerdeki tarihi saat kulesini ve şarkıda bahsedilen meşhur aynalı çarşı’yı gezdik. Aynalı çarşı deyince İstanbul’daki kapalı çarşı gibi bir yer düşünmemek lazım tabi. Oldukça küçük 2 sıra karşılıklı dükkanlardan oluşmuş bir çarşıydı bu. Daha sonra Nusret mayın gemisinin birebir maketini ve Çimenlik kalesini gezdik. Çimenlik kalesi Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazı korumak için yaptırılmış 2 kaleden biri. Hatta o zamana kadar bu civarda pek fazla yerleşim yeri yokmuş. Sadece kalenin şu anda bulunduğu bölgenin etrafında çanakçılar varmış. Kale yapıldıktan sonra burda yerleşim artmış ve bu yöreye Çanakkale denmiş. Nusret ve çimenlik kalesi askeri bölgede olduğu için bakımı ve düzeni askerler tarafından sağlanıyor ve tahmin edilebileceği gibi oldukça iyi bakılmış durumda. Her ne kadar içerideki gezi düzeni de askeri bir düzen olsa da buradan keyifle ayrıldık. Nihayet öğlene doğru 11 gibi havanın açmasıyla karşı tarafa geçebildik. Bu taraftaki ilk durağımız Osmanlılar zamanından kalma bir kale olan Kilitbahir kalesiydi. Bu kale benim Türkiye’de en çok sevdiğim eserlerden bir tanesi. Hem Çanakkale boğazındaki konumu hem de eski kilitleri andıran kuşbaşı görüntüsü gerçekten ismine yakışır şekilde. Maalesef içerisi biraz bakımsız durumda. Kaleyi gezdikten sonra hemen kalenen karşısında yer alan Namazgah Tabyasını da gezerek yolumuzu anzak koyu tarafına çevirdik. Anzak koyunda hemen denizin kenarında yer alan Yeni Zellanda’lılara air anıt ve mezarlık gezi boyunca en çok etkilendiğim yerlerden bir diğeriydi. Issızlık, gökyüzünün gri mavi rengi, denizin sesi, 2 heybetli ağaç ve mezarlardan oluşan ortam kendimizi dünya dışı bir yerde ya da dünyada bir tek biz kalmışız gibi hissetmemize neden oldu. Anzak koyundan sonra Conk Bayırı’nı, Atatürk’ün saatinin parçalandığı yer olan Kabatepe’yi ve tabiki 57. Alay şehitliğini gezdik. Zaten bu civarda adım başı bir şehitlik, adım başı siperler vs. var. Sürekli durarak gezmek zorundayız. Kabatepe’deki siperleri gezdikten sonra tepenin başında durup aşağıdaki inişli çıkışlı tepelere bakarak, kulaklarımızda rüzgarın sesi ile o günleri hayal etmeye çalıştık. Bu civarda en etkileyici anıtlardan bir tanesi de 1994 yılında Gelibolu’da çıkan orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatını kaybeden o Talat Göktepe için dikilen heykeldi. Karşıdan gelen alevlere karşı ağaçları arkasına almış ve gövdesini ağaçlara siper etmiş bu heykel gerçekten görülmeye değer. Yavaş yavaş havanın kararmaya başlaması ve bizim İstanbul’a dönmek zorunda oluşumuz sebebiyle Eceabat’a doğru yola koyulduk.

Yolda acaba Edirne’ye uğrayıp ciğer mi yesek yoksa Tekirdağ’a uğrayıp Tekirdağ köftesi mi yesek diye düşünürken aklımıza Mehmet Yaşin’in kitabında tavsiye etmiş olduğu Keşan yakınlarındaki Kavaklık Restoran geldi. Keşan’a 8-10 km kalınca yolun karşı tarafına geçerek bu restorana uğradık ve gezimiz boyunca verdiğimiz doğru kararlardan birisini daha vermiş olduk. Uzun zamandır gerçekten bu kadar lezzetli bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yolu oraya düşen herkese satır et denilen şeyi ve oranın yoğurdunu tatmasını tavsiye ederim. Dönüşte midemiz için bir güzellik daha yaparak Tekirdağ’a uğrayıp çakır ustanın peynir helvasından da yedik. Tek başına biraz ağır gelebilir ama üzerine sade dondurma ile oldukça lezzetli bir tat olduğunu söyleyebilirim.

Bu güzel gezinin en kötü kısmı tabiki son 1.5 saatini geçirdiğimiz İstanbul trafiği kısmıydı ama bunu da bir şekilde görmezden gelerek gezimizi tamamladık. Arabamızın 40bininci kilometresini doldurmak da Gelibolu’ya kısmetmiş.

24 Nisan 2008 Perşembe

Aytepe

23 nisan’ın tatil olmasından faydalanarak yakın yerler konulu gezilerimizden birini daha gerçekleştirip İzmit civarındaki Aytepe ve Menekşe yaylasına doğru yola çıktık.

Aytepe’ye gitmek için TEM’e giriyoruz, İzmit batı çıkışını geçtikten sonra Kandıra çıkışından çıkıyoruz. Daha sonra trafik ışıklarına geldiğimizde Kandıra’ya değil sol tarafa İzmit yönüne dönüyoruz. Birkaç kilometre gittikten sonra sağa doğru beyaz boyalı Kullar tabelasından Kullar’a doğru dönüyoruz. Kullar’ı geçtikten sonra Yuvacık beldesine geliyoruz. Çok şirin bir belde olan Yuvacık’ın bikaç km ilerisindeki Yuvacık barajı’nı da geçip, 8-10 km daha gittikten sonra küçük yeşil bir tabela üzerinde menekşe yaylası, aytepe okları görünüyor.

Bizim okları takip ederek seçtiğimiz yol bir süre sonra ancak bir 4x4’le ilerlenebilecek hale gelince yanlış yöne gittiğimizi düşünüp o yoldan geri döndük. Tabelalardan biraz ilerideki diğer yolu seçtiğimizde bir sürü yürüyüş parkurunun başlangıç noktası olan bir açıklığa geldik. Daha sonra bu açıklığın Aytepe denilen yer olduğunu ancak ordaki bir binanın duvarına küçük harflerle yazılmış “Aytepe’ye hoşgeldiniz ” yazısını görünce anlayabildik. Bu tepede gördüğümüz bir beyden patikalarla ilgili bilgiler aldık. Amacımız menekşe yaylasına gitmek olduğu için o tarafa doğru ilerleyen patikayı seçtik. Fakat yaylanın 8km ileride olduğunu hatırlayınca ve yolun sürekli aşağıya doğru gittiğini farkedince bu gidişin bir dönüşünün de olacağını hesaba katıp fazla ilerlemeden geri döndük. Zaten o patikadan ulaşılan en yakın yer olan soğuksu bile 2.5 km sonraydı. O eğimli yolları güç bela tırmanıp parkurların buluşma noktası olan Aytepe’ye vardık.

Tepede birer çay içip dinlenelim dedik fakat deliler gibi esen rüzgar bize dışarıda çay içme fırsatı vermedi. Daha önce yol sorup bilgi aldığımız mekanın sahibi olan adam bize içeri geçebileceğimiz söyledi. Şahsen ben içerisi deyince restoran veya kafelerin kapalı mekanlarına benzer bir mekan bekliyordum fakat adam ayakkabılarımızı çıkarmamızı söyleyince şaşırdık. Meğer adamın içerisi dediği orada kiraya verdiği kulübelerden birinin içiymiş. Kulübenin içini anlatmam gerekirse, ahşaptan yapılmış 2 katlı bir kulübe, köşede bir kuzine, diğer 2 köşede mini buzdolabı ve tv ile birlikte odada 2 adet de kanepe vardı. Odanın genel havasına ters olan tek şey beyaz pvc’den yapılmış kapı ve pencerelerdi. Odada ilginç olan şeylerse kanepenin üzerinde yeni toplanmış gibi görünen yorgan ve yastık, duvarda asılı havlu ve gömlekler yine duvarda asılı duran tırnak makası ve lavabonun üzerinde duran yarısı kırılmış aynaydı.

Adam kuzineyi yakmak ve bize çay demlemek üzere içeri girince doğrusu ben ilk etapta ürktüm. Çünkü kendisinin yaklaşık 1.85 boy ve 100 kilo ile (bu 100 kilonun yaklaşık 20-25’i göbek kısmında toplanmış) izbandut şeklinde tabir edebileceğimiz bir tipi vardı.. Üzerinde avcı yeleği, kafasında avcı şapkası, ayağında da sofra bezine benzeyen bir kumaştan yapılmış bir şalvar vardı. Duvarda asılı duran fişekleri de görünce aklıma getirdiğim paranoyak görüntülerin tüm atmosferi tamamlanmış oluyordu. Neyseki bize çayı demledikten sonra başka misafirler geldi de bizi orda yalnız bırakarak dışarı çıktı. Biz de içimiz rahatlamış bir şekilde çaylarımızı içtik.

Sonradan adının Sinan olduğunu öğrendiğimiz bu kişiye teşekkür edip diğer patika hakkında da bilgi aldıktan sonra rotamızı değirmendüzü patikasına doğru çevirdik. Burası gerçekten tam da istediğimiz gibiydi. Etraf yemyeşil ve bu yeşilliklerin arasında yürümesi fazla zor olmayan dar bir patika. Bir ara patikadan içerilere girip bir süre ilerledikten sonra kendimizi lost adasında hissetmemiz için gerekli tüm şartlar hazırlanmıştı. Yemyeşil ve oldukça yüksek ağaçlar, hayvanlar (muhtemelen yaban domuzları) tarafından bırakılmış ayak izleri ve hafif bir rüzgar vardı. Hatta bir ara cesaret edip Sinan’ın verdiği tarife dayanarak patikadan ayrılarak bitkilerin arasına dalınca karşımıza birden yüksek bir uçurum ve karşıda bir metrekare bile toprağın görünmediği yemyeşil bir manzara çıktı. Gerçekten de manzara Sinan’ın dediği gibi insanın ömrüne bikaç yıl katacak kadar güzeldi. Bu güzel yürüyüşten ve manzaradan sonra tekrar Aytepe’ye dönüp. Sinan’a teşekkür ederek oradan ayrıldık.


Bu kadar yürüdükten sonra hepimiz çok acıkmıştık ve doğrusu güzel bir yemeği hak etmiştik. Aytepe’ye çıkarken derenin kenarında kurulmuş birkaç alabalık restoranı görmüştük ve kendi aramızda yemeği burda yeriz diye konuşmuştuk. Bu mekanda dere kenarına kurulmuş birkaç tane tesis bulunuyor. Biz aç olduğumuz için hemen en yakındakine oturduk ve afiyetle kiremitte balığımızı yedik. Derenin adını tam olarak öğrenemedim ama güzel temiz bir suyu vardı. Üstelik bazıları suni olarak da yapılmış olsa derenin üzerinde tesislerin yan tarafında küçük şelaleler de vardı. Gürül gürül akan berrak suyu ve etrafındaki yeşil ortamı gerçekten çok beğendik. Çok yorulduğumuzdan mı yoksa çok acıktığımızdan mı bilmiyorum ama yediğim balık bana gerçekten lezzetli geldi. Çaylarımızı da içtikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Günümüzün tek kötü yanı, dönüş yolundaki tırlardan, kamyonlardan ve bilumum dengesiz İstanbullu sürücülerden oluşan trafikti.







3 Nisan 2008 Perşembe

DEN HAAG

Buraya Den Haag'la ilgili bişeyler yazılacak

ROTTERDAM







Rotterdam, Hollanda’nın 2. büyük şehri ve Avrupa’nın en büyük limanı olma özelliğine sahip, kaldığımız yer itibariyle bizim de en çok gezebildiğimiz şehirdi. Kanalları, bisikletleri ve parkları dışında Hollanda’daki diğer şehirlerden hiçbirine benzemiyor. Bunun en büyük nedeni 2. dünya savaşı sırasında teslim olmuş olmalarına rağmen, Alman’ların, postane binası dışında bu şehri yerle bir etmeleri ve savaş sonrasında hırs yapan Hollanda’lıların şehri sıfırdan ve tamamen yeni bir mimari anlayışla yeniden kurmalarıymış.

Hollanda’nın tamamında görülen ve ülkenin özelliği olan o 2 katlı eski tipteki evlerden bu şehirde pek bulunmadığı için bu şehrin ruhsuz olduğunu söyleyebiliriz fakat bir yandan da tüm Hollanda da görebileceğiniz en ilginç mimari yapılar bu şehirde bulunuyor. Hatta bizim gördüğümüz binalardan bazıları fizik kurallarına ters görüntüleriyle bize oldukça ilginç gelmişti. Özellikle her türlü turistik kitapta görebileceğiniz küp evler bu mimarinin sınırlarını zorlayan bir dizayna sahipler. Hangi duvar aşağıya hangisi yukarıya bakıyor ya da bu evlerin içerisine uygun eşyalardan nerden bulunur o daracık merdivenlerden nasıl çıkarılır insan merak etmeden duramıyor. Ben ilk gördüğümde bunların sadece sergi amaçlı yapıldıklarını düşünmüştüm ama içerisinde insanların yaşadığını öğrenince oldukça şaşırdım. Yine de bu evlerden bir tanesini turistlere açmışlar ve 2 € ödeyerek bu evi gezebiliyorsunuz.

Rotterdam’daki gezilebilecek diğer yerlerden bir tanesi de ünlü düşünür Erasmus’un ismini taşıyan Erasmus köprüsü. Tek taraftan asma şeklinde olan bu köprü gündüz beyazlığı ile gece de ilginç ışıklandırması ile insanı etkiliyor ve görünce bu köprüye neden kuğu dediklerini anlayabiliyorsunuz. 1996 yılında yapılan bu köprü, üstünden arabalar ve tramvay geçtiği için, daha sonra bakıma alınarak güçlendirilmiş.

Hollanda’yı genel olarak anlattığım yazıda da belirttiğim gibi Hollanda dümdüz bir ülke olduğu için herhangi bir manzara görebilmeniz için yüksek bir yere çıkmanız gerekiyor. Rotterdam’da bu ihtiyacı karşılamak için (atıyor da olabilirim. Başka bir amacı da olabilir tabi :) ) yapılmış bir yer olan Euromast da görülmesi gereken yerlerden bir tanesi. Bu kule ilk yapıldığında Hollanda’nın en yüksek kulesiymiş. Daha sonraki yıllarda bu ünvanı başka bir yapıya kaptırınca kendisine 85 metrelik bir ek yapılarak bu ünvanı yeniden kazanması sağlanmış. Bu kuleye çıkınca Rotterdam’ın her yeri kuşbakışı görülebiliyor. Özellikle de liman kısmına doğru bakınca Rotterdam limanının neden Avrupa’nın en büyük limanı olduğu anlaşılıyor. Tatilimizin daha sonraki bölümlerinde Rotterdam limanına doğru bir gezi yapma imkanımız oldu ve 1.5 saatlik araba yolculuğundan sonra hala liman’ın sonuna gelememiş olduğumuzu görünce Rotterdam limanının bu ünvanı bileğinin hakkıyla aldığına ikna olduk.

Rotterdam Hollanda’nın diğer şehirlerine göre pek fazla turistik bir şehir sayılmasa da, düzenliliği, geniş sokakları ve caddeleri, yeşil parkları ve mimari açıdan oldukça ilginç binaları sayesinde gezilmeyi hakediyor. Yalnız bu şehirde saat 5’te dükkanların çoğunun kapandığını ve akşam 8-9’dan sonra yemek yenebilecek yerlerin sayısının çok çok azaldığını ve planınızı buna göre yapmanız gerektiğini hatırlatmalıyım.




Bisikletlerimiz...

DELFT

Delft, gezimiz boyunca Hollanda’da gezdiğimiz 4 şehir ve Belçika’da gezdiğimiz Anwers ve Brüksel şehirleri içerisinde en beğendiğim yer oldu. Zaten bu yüzden 1 günde gezilebilen bu küçük şehre gezimizin ilerleyen günlerinde bir kere daha geldik.

Delft kaldığımız yer olan Rotterdam’a trenle yarım saatlik bir mesafede ve Rotterdam ile Amsterdam arasında yer alan küçük bir öğrenci şehri. Şehirden arabaları, bisikletleri ve dükkanların üzerindeki tabelaları kaldırırsanız kendinizi 17. yüzyılda yaşıyomuş gibi hissedebilirsiniz. Evler, yollar, köprüler her şey hiç değişmeden ve bozulmadan nasıl bu kadar korunarak bu günlere taşınabilmiş oldukça şaşırdım.

Delft eski Avrupa kentleri gibi bir yerleşime sahip. Ortada törenlerin yapıldığı ve pazarın kurulduğu bir meydan, bu meydan’ın bir tarafında şehirdeki diğer yapılara nazaran oldukça görkemli bir kilise, meydanın diğer tarafında da hükümet binası yer alıyor. Bu şehir aynı zamanda kraliyet ailesinin cenaze törenlerinin yapıldığı ve mezarlarının da bulunduğu bir şehir. Yani kraliyet ailesi için özel bir önemi var. Ayrıca Hollanda’nın ünlü ressamlarından Johannes Vermeer’in (Bkz: inci küpeli kız) bir zamanlar yaşadığı ev de bu şehirde bulunuyor ve günümüze kadar korunarak gelmeyi başarmış. Hatta Delft’i gezdikten sonra gezdiğimiz müzelerden birisinde bulunan Vermeer tablolarından birinde şehirde şu anda da gezilebilen eski kiliseyi resmettiğini görmüştük.

Delft şehrinin ülkede en önemli üniversite şehirlerinden birisi olduğunu ve şehirde çoğunlukla öğrencilerin yaşadığını söylediler. Bizim gezdiğimiz dönem yaz dönemi olduğu için ortalıkta çok fazla öğrenci göremesek de bu kadar küçük bir şehirdeki cafe ve barların sayısından burasının öyle bir şehir olabileceğini tahmin ettik :)

Şehir, meydanıyla, Pisa kulesi gibi yana yatmış eski kilisesiyle, ihtişamlı yeni kilisesiyle, Hollanda’nın olmazsa olmaz kanallarıyla, inci gibi yanyana dizilmiş bakımlı evleriyle, dar sokaklarıyla gerçekten çok güzeldi.

Biz bu şehirde yapılabilecek en iyi şeyi yaparak kendimizi şehrin sokaklarına bıraktık. Daracık sokaklarda gezdik,köprülerden geçtik, tam kaybolduk derken kendimizi yine meydanda bulduk, meydanda oturup bir yandan insanları seyrederken bir yandan da biramızı yudumladık, fırında ısıtılmış sıcak elmalı turta yedik ve bu şehre kesinlikle bayıldık…